Kitap İncelemesi: İlyada

HOMEROS ÜZERİNE

Homeros'un öyle takdire şayan bir ünü var ki adını hiç duymamış olmak imkansıza yakın. Zeus bu ünü ona neden verdi? Yunan mitlerini yazıya geçiren ilk kişi olduğu için mi? Kullandığı dildeki ustalığa bugün bile hayret ediyoruz diye mi? Koskoca Atina'nın eğitim sistemi asırlarca tutkulu bir dogmatizmle Homeros'un anlattıkları üzerine kurulu kaldığından mı? Birazdan anlatacaklarımıza dayanarak Homeros tarihin gelmiş geçmiş en spekülatif şahsiyetlerinden biridir, diyebilir miyiz?


Homeros'un temsili heykeli, 9. YY


Antik çağların iki büyük ozanı, mitolojinin iki "peygamber"i Homeros ile Hesiodos'tur. Hesiodos gerek Theogonia gerekse İşler ve Günler adlı eserlerinde soyunu sopunu dökmüş, sağolsun kafamızda en ufak bir soru işareti bırakmamıştır. Homeros ise bir kez olsun "Ben," diye bahsetmez kendisinden. Onun kim olduğu Hellenistik Çağ'da Roma ve Bizans bilginlerince öyle çok araştırılmıştır ki filoloji bilimi buradan doğmuştur. Gizem çözülememiş olacak ki "Homeros Problemi" bugün bile devam ediyor. Yalnız üslubundan ve anlattığı yerlerden İyonyalı olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz, işte o kadar. Onu da geçiyoruz, Homeros diye biri gerçekten yaşamış mıdır ki? Belki birden fazla ozanın arka arkaya yazdığı destanlar zinciri Homeros adı altında birleşmiştir? Üstelik bize bıraktığı iki eseri olan İlyada ve Odessa'nın değişime uğramadan günümüze gelebildiği, ekleme-çıkarma yapılmadığı ne malum? Belki de Homeros'u potansiyel hayali dünya vatandaşı varsayıp bu işten böyle sıyrılmak gerekiyor. Yolun sonunda Azra Erhat'ın da vurguladığı gibi aslında bunların hiçbiri önemli değil. Önemli olan Yirmi Birinci Yüzyıl'da hala arkamıza yaslanıp keyif ve merakla okuyabildiğimiz o ustalıklı, ince işçilik ürünü, enfes anlatı. Homeros elbette destanlarında kullandığı motifleri halk anlatılarından alıyordu ancak yaptığı iş bir nevi Marvel ya da DC gibi kurgusal evrenlerin atası sayılabilir. Destana kendimizi kaptırınca dünya alıştığımız yere benzemiyor artık. İnsanlar ve tanrıların iç içe yaşadığı, savaştığı, seviştiği; kader denen illetin tanrıların bile elini kolunu bağladığı; kimi zaman acımasız kimi zaman duygu dolu bir gerçekliğin parçası haline geliyoruz.


İLYADA'NIN KÖKLERİ ÜZERİNE


The Judgement of Paris, François-Xavier Fabre
Hikayeyi bilirsiniz. Su tanrıçası Thetis ile insan Peleus'un Olympos'taki düğününe herkes davetlidir. Bir tek hır gür çıkarmakta üzerine olmayan kavga tanrıçası Eris çağırılmamıştır. Eris intikam için altın bir elmanın üzerine "En güzele," yazıp elmayı şölenin orta yerine atıverir, arkasına yaslanıp şamatayı izlemeye koyulur. Başta tüm tanrıçalar elmayı sahiplense de sona üç kişi kalır: Hera, Aphrodite ve Athene. Arabuluculuğuyla ünlü Zeus'a kadar gider mevzu. Kurnaz Zeus topu İda'da kendi halinde koyun otlatan Paris'e atar. Öyle ya, birini seçse kalan ikisi Zeus'a kinlenecek. Hera zaten Zeus'un burnundan getirmesi ile meşhur, gururlu Athene bir küstü mü barışmak bilmez, Aphrodite biraz kafadan kontak olduğu için sağı solu belli olmaz. Zeus da "Paris'e sorun, güzelden o anlar," deyip işin içinden çıkar. Rekabet hırsıyla yanıp tutuşan tanrıçalar Paris'in ayağına kadar gider. Dünyaları sererler Paris'in önüne. "Beni seçersen sana uçsuz bucaksız zenginlik veririm," der Hera. "Beni seçersen çok zeki ve başarılı bir komutan olursun," der Athene. "Beni seçersen sana dünyanın en güzel kadını olan Helen'i veririm," der Aphrodite. Paris bütün gün aylaklık edip nympheler ile sevişen pek güzel bir delikanlı; güç, para umuru bile değil. Tereddütsüz Aphrodite'yi seçer. Gider, Sparta Kralı Menelaos'un güzeller güzeli karısı Helen'i Truva'ya kaçırır. Peşinden de Menelaos, abisi Miken Kralı Agamennon'a gidip durumu anlatır. Sonra devasa bir Yunan ordusu kralın onurunu kurtarmak için Truva'ya saldırır. Peki İlyada bunu mu anlatır? Aslında hayır.


DESTANIN KONUSU ÜZERİNE


İlyada, Truva Savaşı'nın dokuzuncu yılındaki elli bir günlük kesiti anlatır.


Destanı okumamış birinin kafasında şu soru canlanabiliyor: Nasıl yani? Bu upuzun destan, on yıl sürmüş efsanevi bir savaşın sadece elli bir gününü mü konu ediniyor? Bir de ön yargılar işin içine girince İlyada antipatik yaklaşılan bir eser olabiliyor. Antik döneme ait bir freske ya da heykele bakınca büyülenen bizler, konu felsefe ya da edebiyat olduğunda çağımızın dışına bir yolculuk yapmaya n'için o kadar da hevesli değiliz? Neden bir destanı yalnızca akademik çalışma yapmak isteyen birinin kaynak olarak kullanabileceği bir materyal olarak görüyoruz? Zannediyoruz ki yüzlerce sayfa tekdüze betimlemeler ve karikatürize kahramanlar ile geçecek. O dönemin insanları böyle kazınmıştır kafamıza çünkü. Halbuki Yunanlar çevrelerinde devinim halinde olduğunu gözledikleri her şeyi yaşayan güzel ruhlar olarak görmüşlerdi. Kavgalarından uykularına dek hayatlarının her bir parçası canlı ve kişilik sahibiydi. Onlar bizim gibi dört duvar arasında hayal kurmamış; doğadan almışlardı ilhamlarını. İyi gözlemlemiş, bolca düşünmüş ve insanoğlunun biricik armağanı olan aklı kutsarcasına kendi gerçekliklerini büyülü kelimeler ile anlatmışlardı. Çektikleri tüm zorluklara rağmen rengarenk bir dünyaları vardı. Bugün tüm gün aynı şeylere maruz kaldığımız, rüyalarımızın dahi tekdüzeleştiği çerçevemizden onları anlamak zor ise bu onların değil bizim eksikliğimizdir, demeye çalışıyorum.


Homeros'un anlatmak istediği mevzu Truva Savaşı değildir. Helen ile Paris hiç değildir. Ortada bizim anladığımız haliyle bir aşk olduğu bile söylenemez. Helen Paris'e tek bir güzel söz söylememiştir destan boyunca. Paris'in koynuna girerken bile sızlanır da Aphrodite'nin gazabını üzerine çekmek istemediğinden karşı koymaz. Yazgısının gereğini yapar bir nevi: Aphrodite ikisi arasında çok kuvvetli bir çekim yaratmıştır, kader bunu gerektirmiştir, hepsi bu. Romanlara konu olmuş, şişirildikçe şişirilmiş bu aşk öyküsünün Homeros için pek şiirsel bir yanı yoktur belli ki. O daha farklı birine çevirir gözlerini: Akhilleus. Koskoca destanda ondan daha çetrefilli, karmaşık bir karakter yoktur. Homeros çağdaş bir yazar olsaydı biraz psikoloji bilgisiyle iç dünyası üzerine sayfalarca analiz yapılabilecek denli derinlikli bir karakter yaratabileceği ihtimalini hiç de yadsımayız. Elli bir günlük süreci başlatan ve bitiren de olayların çoğunda pasif konumda dahi olsa gene odur, savaşın yazgısını tamamen onun verdiği karar ve bu kararın sonuçları belirlemiştir. Kaldı ki Akhilleus'un iç dünyasını betimlerken kullanılan incelikli dil onun antagonisti Hektor söz konusu olduğunda bile kullanılmamıştır. Doğrusu Akhilleus kadar gerçekdışı ve bir o kadar da gerçekçi bir başka karakter yoktur destanda. Bu şekilde sezdirilir bize ki İlyada Akhilleus'un destanıdır aslında. O zaman cümleyi şöyle düzenleyelim mi?


İlyada, Truva Savaşı'nın dokuzuncu yılındaki elli bir günlük kesiti anlatır ve Akhilleus ile Hektor arasındaki güç mücadelesini merkeze alır.


İşte şimdi detaylandırabiliriz.


Akhalar ile Truvalılar arasındaki savaşın dokuzuncu yılıdır. Ordunun başındaki Agamennon'un köle olarak aldığı bir kızı babasına  -karşılığını ödemeyi kabul etmesine rağmen- geri vermemesi üzerine Apollon, ordunun üzerine hastalığı salıverir. Ordu bitmiş bir haldedir, böyle giderse hiçbir şey alamadan evlerine geri dönmek zorunda kalacaklardır. Agamennon mecburen kızı geri verir ancak bu defa da Akhilleus'un ganimeti olan Briseis'i emrivaki bir şekilde alır. Akhilleus bu duruma o kadar içerler ki bir su tanrıçası olan anası Thetis'e ağlar. Oğlunun gözyaşları karşısında kahrolan Thetis, Zeus'un yanına gider ve Agamennon'dan intikam alması için yalvarır. Zeus bunu kabul eder ve Agamennon'u kandırarak savaşın tekrar patlak vermesini sağlar. Tüm savaş alanında Akhilleus'tan güçlü tek bir yiğit yoktur ve zaten pamuk ipliğinde olan savaşın seyri ona bağlıdır ancak inada binen Akhilleus savaşmayacağını söyler. Truva saflarında ise tanrı soyundan gelmemesine karşın Akhilleus'a rakip olabilecek kadar yiğit Hektor vardır. Tanrılar Truva Savaşı ile halihazırda yakından ilgilenmekte iken Zeus'un işin içine karışması ile savaş çok farklı bir hal alır. Kitap boyunca kah Truva saflarında Akhalara düşman kesilir, Hektor için nefesimizi tutarız kah Akhaları haklı bulur, Akhilleus'un görkemi karşısında büyüleniriz. Neden sonra tanrılar dünyasında buluruz kendimizi; ölümsüzlerin hem birbirlerine hem de insanlara kurduğu oyunlara onlardan biriymişçesine tanık oluruz. O elli bir günü her anı ile herkesin gözünden deneyimleriz. Bundandır ki haklı ile haksız arasındaki ayrım, insanlar ile tanrılar arasındaki ayrım gibi bulanıklaşır gitgide. İlyada'nın büyüsü de burada yatar.


AKHILLEUS ÜZERİNE


Achilles dragging the body of Hector, Gavin Hamilton
Yunan mitolojisinin destanlara konu olan "Kahramanlık Çağı" dönemi Truva Savaşı ile artık kapanma dönemine girmiştir denebilir, tanrı soyundan gelen pek çok yiğit burada can vermiş ve bir daha onlar gibisi gelmemiştir. İçlerinden Akhilleus vardır ki, döneminin en güçlüsü,  kuvvette Herakles ile kıyaslanabilirken zalimlikle tanrıları bile geride bırakır. Kötü biri değildir; dostlarına son derece eli açık ve sevgi doludur. Ne var ki en sevgili dostu Patroklos'un intikamını almaya doyamamış, en sonunda durması için tanrıları kendine yalvartmıştır. Zekası Odysseus kadar keskin olmamasına karşın Herakles gibi gücü ile aklı zıt da değildir. O,  her anlamda ideal kahraman portresi çizer: güçlü, korkusuz, dürüst.


Sevilip sayılan bir tanrıça olan Thetis ile insan Peleus'tan doğmadır. Aslanı andıran güzelliğine, düşmanın kanını donduran cesaretine, bütün tanrısallığına iki seçenek vardır onun için: Ya savaş alanında bir kahraman olarak ölecek ve ünü sonsuza dek baki kalacaktır ya da savaştan uzakta huzurlu, varlıklı bir hayat sürecek ama adı unutulacaktır. Savaşarak geçen bir ömrün ardından dinlenerek geçecek bir ihtiyarlık olmayacaktır onun için. Birinci seçeneği seçerek kaderini mühürler, yazgısına adım adım ilerledikçe eylemleri ve kararları da sertleşir.


HEKTOR ÜZERİNE


Prens Hektor, Truva kralı Priamos'un en büyük oğludur. Onu anlatmak için Akhilleus ile kıyaslamadan edemeyeceğim çünkü birbirlerinin aynası gibidirler. Bir bakıma tıpatıp aynı iken bir bakıma birbirlerine zıtlardır. Hektor da bulunduğu tarafın en iyi savaşçısıdır, askerleri için cesaretin sembolüdür, tanrılar tarafından çok sevilir. Ne var ki tanrı soylu Akhilleus'un aksine Hektor insan oğlu insandır, güçte Akhilleus'un bariz bir şekilde gerisindedir. Tanrılar kendilerine her zaman saygı göstermiş Hektor'dan iyiliklerini esirgemezler; yeri gelir içine güç doldururlar, Akhilleus'un at arabasına bağlayıp günlerce ardında sürüklediği cesedinin çürümesini ve yara almasını bile engellerler ancak Akhiellus'a gösterdikleri muamelenin aynısını da göstermezler. Akhilleus tanrıların her daim desteğini alır iken Hektor'un alacağı destek kaderin onun için çizdiği yola bağlıdır. 


Hector Taking Leave of Andromache, Angelica Kauffman
Akhilleus ile Hektor'un temsil ettikleri kültürler farklıdır. Akhalar göçebe ve barbar olarak nitelendirilebilir. Tarihsel gerçekler onların çevre illeri istila ede ede Truva'ya dek geldiklerini söyler. Bu durum onların hayat tarzlarına da yansımıştır. Akhalar çok daha acımasız, kadınlara değer vermeyen, kurnazlıkta üstün bir portre çizerler. İlyonlular ise yüksek surlar ile çevrili olduğundan güvenli, zenginliği dillere destan bir ilde yaşarlar. Hareketleri daha zarif ve verdikleri kararlar daha safçadır. Kadınlara verdikleri değer, Priamos ve Hektor'un Helen'e kendi öz akrabalarıymışçasına saygılı  davranmalarından dahi anlaşılabilir. İki adamın da sevdiği birer kadın vardır. Akhilleus için bu, Briesis'tir ancak gözlemlenebilir ki Briesis'in varlığından ziyade zorla Akhilleus'un elinden alınmış olması odaktadır. Patroklos'a olan sevgisini bu kadar içtenlikle, ağıtlar yakarak dile getirebilmiş bir adam Briesis için özel bir tavırda bulunmaz. Hektor ile Andromakhe ise birbirlerine son derece bağlı bir çifttir. Zaten vahşi Akhilleus'un aksine Hektor hayırlı evlattır, şefkatli bir kocadır, iyi bir babadır. Priamos'un kaybetmekten en çok acı duyduğu evladı olmuştur. Kitapta beni en çok duygulandıran anlardan biri, Hektor'un cansız bedeni at arabasının arkasında sürüklenirken ailesinin saçlarını yoluşu fakat hiçbir şey yapamaması idi. 


Esasında Hektor ile Akhilleus'un hangisinin antagonist hangisinin pratogonist olduğu kesin bir dille söylenemez. Akhilleus'un gözünden baktığımızda düşman hem Agamennon hem de Hektor'dur. Truvalılardan hazzetmez ama Truva'yı almak onun için hayati bir öneme sahip değildir, Agamennon'a olan nefreti daha önceliklidir. Ne var ki Hektor Patroklos'u öldürdükten sonra onun temsil ettiği Truva, Akhilleus için yok edilmesi gereken bir düşman haline gelir. Agamennon ve yaptıkları önemsiz kalır. Hektor tarafından baktığımızda ise Akhalar yurdunu işgal ediyor; başta ailesi olmak üzere tüm halkının can güvenliğini tehdit ediyordur. Dolayısıyla iki karakter de kendi tarafının pratogonisti, karşı tarafın antagonistidir. Truva Akhilleus'un destanıdır dedik, zaten kaybedişin destanı olmayacağına göre Hektor'un destanı olamazdı bu ancak Homeros'un iki tarafı da detaylıca anlatan, iki tarafın da hakkını teslim eden anlatısı kimi istersek onu ana karakter olarak görmemize de olanak sağlar.


KİTAP ÜZERİNE


Bunca şey konuşmuşken kitabın kendisine yönelik birkaç yorumumu eklemek istiyorum. 


Mitolojiye aşina bir insanın İlyada'yı zorlanmadan okuyabileceğine inanıyorum ancak kitabın üslubunda biz çağdaş okurlara yabancı gelebilecek bazı detaylar mevcut. 


  • Bizler bir kitabı okuduğumuzda içindeki tüm karakterlerin adını öğrenmeye çalışırız çünkü adı verilen herkesin hikayeye bariz bir katkısı olur. Örneğin ana karakterimiz öğrenci ise onun bütün sınıf arkadaşları bize tek tek tanıtılmaz. Bu alışkanlığı İlyada okurken kesinlikle yapmamanızı öneriyorum çünkü tam olarak bu söylediğim durum gerçekleşiyor. Yüzlerce isim var fakat bunların çoğu figüran, tüm hikaye boyunca bir-iki kere görünüyorlar ve hiçbir şeye etki etmiyorlar. Fonetik olarak birbirine çok benzeyen Latince isimler ile "-oğlu" ekleri havada uçuştuğu için isimlere çok takılmanız kitabı okumanızı çok zorlaştırabilir. Zamanla zaten Aphrodite'in oğlu Truvalı Aineas; Akha tarafındaki Aiaslar, Diomidis, Nestor, Odysseus gibi bazı karakterleri tanıyor ve gelişimlerini hatırlıyorsunuz. Gene de kafanız karışırsa kitabın arkasında bulunan karakter sözlüğünden o kişiyi bulup başından neler geçtiğine bakmanızı öneririm.
  • Kitaptaki bazı betimlemelerin sanatsal üslubu güçlendirmekten farklı bir amaçla yapıldığını düşünüyorum. Defalarca kez gözüme çarptığından verebileceğim en iyi örnek "tez giden gemi" olurdu herhalde. Sanki geminin hızını betimlemek için başına "tez giden" eklemiyor da bir çeşit alışkanlıktan yapıyor bunu. Belki de günlük hayatlarında bu kelime grubunu birlikte kullanmazlarsa geminin başına bir uğursuzluk geleceğine inanıyorlardı. Tıpkı bizim refleks olarak "Maşallah, inşallah" dememiz gibi. Zaman geçse de alışkanlıklar değişmiyor.
  • Birinin başka birine aracı yolu ile haber ilettiği kısımlarda bazen aynı paragraflar minimum iki kez kendini tekrar ediyor. Bu durum ilk başta şaşkına çevirse de zamanla alışıyorsunuz, hatta gözleriniz o kısımları arıyor. :P Belki de o dönem edebiyatında "İris Zeus'un söylediği şeyleri Hera'ya iletti," şeklinde kısa kesmeyi henüz akıl edememişlerdi.

Bahsetmek istediğim her şeyden bahsedebildiğimi düşünmüyorum, farkına bile varmadığım detayları düşünmek ise son derece korkunç. Bu makalenin sonsuz defa düzenlenme ihtimali olduğunu belirtmekle birlikte halihazırda haddinden uzun bir hale gelmiş bu yazıyı bir yerde noktalamam gerektiğini biliyorum ki orası da burası. Başka bir yazıda görüşürüz!

Yorumlar