Büyük Varlık Zinciri'nin Köklerini Platon, Aristoteles ve Plotinos'ta Aramak

Giriş. - 

Metafiziğin değil ama kültür tarihinin kapsamına giren kimi sorular insanlığın kafasını asırlardır kurcalıyor: Dinler ve toplumlar nasıl ve ne zaman ortaya çıktı? Bir yandan geleceğin siberpunk eskatolojisini kurgularken diğer yandan kültürün şafağının bu denli ilgi çekmesi hayret verici değildir; Büyük Varlık Zinciri yıkılalıberi babamızın günahkar evladı olmadığımızı öğrendik ve bu yeni gerçeklikte kim olduğumuzu bilmek istiyoruz -evet, hala bilmiyoruz. Biyolojik antropoloji evrimsel boyuta açıklık getirebilir; arkeolojik buluntular insanlığımızın yüz binlerce yıllık evrelerine ışık tutabilir fakat işin sonunda, verilerin tümü kurgulanmaya mahkumdur çünkü bir zaman makinesi olmadığı sürece "Nasıl?" sorusuna başka türlü cevap verilemez. Ne ki bu bilimler henüz gençlik çağındadır; felsefe, sosyoloji ve antropoloji ise hipotez üretmeye çok daha erken başlamıştır. 


Coğrafi keşiflerden beri başta Amerika ve Avustralya yerlileri olmak üzere Yeni Dünya halklarının keşfi ile evrim teorisinin büyük yankı uyandırması, 19. Yüzyıl'ın sosyal bilimlerine evrimci anlayışın hakim olmasına sebep olmuştur. Fakat bu evrimcilik Darwin'in teorisini yansıtmıyor, çarpıtıyor. Onun Orta Çağ'ın skolastik düşüncesi ile evrim teorisinin ucube bebeği olduğuna güçlü bir şekilde inanıyorum: İnsan ırklarını hiyerarşiye tabi tutan kılık değiştirmiş bir varlık zinciri. Bu yazı dizisinde insanın dünyadaki yerine ilişkin sırasıyla Büyük Varlık Zinciri tasarımı, doğa durumu senaryosu, evrimci antropoloji ve güncel yaklaşımları konu etmeyi planlıyorum. Benim felsefe tarihçisi olmadığım göz önünde bulundurulmalı. Aslında hakim olduğum konular taslağımdaki son iki alt başlıktır fakat bugünün disiplinlerarası yapısına benzer fakat asla aynı olmayan şekilde, bütün bu hipotezleri bir bütün olarak ele almak gerekir. Gördüğüm kadarıyla sosyal bilimlerin şekillendiği başlangıcın kaosunda her biri birbirinden etkilenerek bir zincir oluşturmuştur. Öyleyse zincirin en başında üretilen kurguları da irdelemek gerekir. Çünkü görebiliriz ki, bu varsayımların büyük bölümü hatalı ve dayanaksız olmasına karşın, bugün tehlikeli ideolojileri onlara yaslanarak meşrulaştıranlar vardır. Bunu önlemenin tek yolunun bilmek olduğuna inanıyorum. 


1. Varlık Hiyerarşisinin Doksografisi




Felsefe tarihine genel bir bakışın gösterebileceği gibi insan varlığına ilişkin düşüncelerin evrimi ilerlemeci gerçekleşmemiştir. Organik analojiyi sürdürürsek, adaptasyona denk düşecek şekilde, insanın kökenleri zamanın ruhunu -zeitgeist- yansıtacak biçimde kurgulanmıştır. Burada karanlık çağların bilim ve felsefenin ışığında aydınlığa bürünmesinden ziyade birbirini izleyen pek çok karanlık ve aydınlık çağın varlığı söz konusudur. Sözgelimi Antik Yunan'a mitosun egemen olduğu karanlık çağlarda antropogoninin -insanın doğuşu- tanrılar aracılığıyla gerçekleştirildiği varsayılıyordu. Teogoni, tanrıların doğuşu ise "Khaos'tu hepsinden önce var olan" [1] dizesinin gösterebileceği üzere biçimsizlikten, hiçlikten durduk yere başlayan bir devinimin sonucunda gerçekleşmişti. İyonya Aydınlanması ya da Grek Rönesansı olarak da bilinen M.Ö. 6. Yüzyıl'da felsefenin doğumu, mitostan logosa geçiş olarak nitelendirilebilir. Milet Okulu filozoflarının seküler bir yaklaşım sunmaları, diğer bir deyişle mitos dışı bir açıklama aramaları çağın dogmalardan arınmış ilk hipotezlerini beraberinde getirmiştir. Arkhe arayışında Thales evrenin yapıtaşının su, Anaksimenes ise hava olduğunu iddia etmiştir. Anaksimandros ise bunun apeiron (sınırsız, ebedi) adını verdiği bir yasa olduğunu savunmuştur. Yanısıra bir zamanlar bütün dünyanın sular altında olduğunu, ilk canlıların sularda yaşadığını ve suların çekilmesiyle birlikte karaya uyum sağlayacak şekilde başkalaştıklarını öne sürmesi evrim fikrinin antik çağlarda dahi mevcut olduğunu bize gösterir. Elbette Anaksimandros'un tezini bilimsel bir ciddiyetle ele almak güçtür çünkü kendisi ilk insanların balıkların karnından doğduğunu da iddia etmekteydi. Yine de, tıpkı Bruno'da olduğu gibi, onun da hayal gücünün enginliğine ve bilinenin ötesine geçme çabasına enginliğine saygı duymak gerekir. 


Dünyalar Anaximandros'ta İbrani ve Hristiyan tanrı biliminde olduğu gibi yaratılmamış, evrime uğramıştır. Hayvan krallığında da bir evrim bulunmaktadır. Canlı yaratıklar, güneşle buharlaşan nemli ana ögeden doğmuş, insan da öbür bütün hayvanlar gibi balıklardan. Başka tür hayvan da karışmış olmalı insanın özüne. Yoksa, uzun süren çocukluğu ardından özelliğini koruyamazdı. (Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, sf. 124) 


Burada bahsi geçmeyen Herakleitos ve Empedokles gibilerini de dahil ederek, doğa filozoflarının değişim ve dönüşüm üzerine temellenmiş bir yaklaşımları vardır. Platon ve Aristoteles ile birlikte statik dünya görüşünün hakim olduğunu görüyoruz. "Büyük Varlık Zinciri" (the Great Chain of Being), antik dönemlerde filizlenip bütün Orta Çağ ve Rönesans boyunca etkisini gösteren bir ontolojik tasvirdir. En yukarıdan başlayarak Tanrı, melek, demonlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklarla son bulur. Bunların arasında keskin bir hiyerarşi vardır. Arthur O. Lovejoy'un "Varlık Zinciri" adlı eserinde çokluk/tamlık ilkesi (plenitude principle), devamlılık ilkesi (continiuty principle), mertebeleşme (gradation) olarak üç farklı prensipten oluşan bir bütün olarak irdelenmişse de bu yazıda yüzeysel bir şekilde kavramın tarihsel sürecine ağırlık verilecektir. 

[1] Hesiodos, Theogonia, 120

 

Platon ve Tanrısal Zanaatkar


Doğası gereği iyi olan ve kıskançlıktan iz taşımayan yaratıcının kendisine benzeyen başka varlıklar yaratması olarak özetlenebilecek çokluk ilkesi, Platon'un Timaios diyalogundan çıkarsanabilir. Timaios şöyle der: "Bakmamız gereken ilk iki şey, doğurulmamasına rağmen var olan ve her zaman gelişmesine rağmen asla var olmamış olanların ne olduklarıdır." [2] Doğurulmamasına rağmen var olan idealar, her zaman gelişmesine rağmen var olmamış olanlar ise dış dünyadaki nesnelerdir. Madde idealardan pay almış olmakla birlikte Platon'un gözünde ikincildir çünkü gelip geçici ve istikrarsızdır; idealarsa altta durma, temel olma gibi anlamlar taşıyan "hupostatis" ile ifade edilir. Onlar gerçek varlık ya da varolanlardır. * "Evreni oluşturanın değişmeyenden yola çıktığı malumdur. Çünkü evren ortaya çıkanların en güzelidir ve onu oluşturan da en becerikli olandır. Eğer evren bu şekilde ortaya çıkarıldıysa, değişmeyen örneğe göre ve akılla kavranabilecek ve hissedilebilecek şekilde yapılmış demektir. Bu durumda evren bir şeylerin kopyası olmak zorundadır." [3] 


Platon'un kozmogonisinde yaratıcı, Demiurgos; evreni eksiksiz bir şekilde, değişmeyen tözü örnek olarak yaratmıştı. Buna göre dört varlık soyu ortaya çıktı: Tanrıların göksel soyu, havadaki kanatlı soy, suda yaşayan soy ve toprakta yaşayan soy. Tanrıların göksel soyu Demiurgos gibi ölümsüz ve yaralanamaz cinstendiler çünkü onun tarafından yaratılmışlardı. Bunlar elbette Antik Yunan panteonunun bilindik tanrılarıdır ve ozan Hesiodos'un doğum sırasına sadık kalınmıştır. Hesiodos'a göre Khaos'tan ortaya çıkan ilksel varlık, adı "yer" anlamına gelen Gaia idi; Gaia yıldızlı gökyüzü Uranos'un yanısıra dağlar Porthos ve denizler Pontos'u partenogenez yarattıktan sonra Uranos'la çiftleşerek diğer tanrısal varlıkları doğurmuştu. Fakat Platon'un kozmogonisinde Hesiodos'tan farklı olarak, tüm bu devinim kör libidonun yol açtığı kontrolsüz üremenin değil bilinçli faaliyetlerin ürünüdür. Mitos çağında şekilsiz bir boşluktan, bir hiçlikten ibaret olan Khaos'un içinde şimdi Demiurgos durmaktadır. Onun varlığı engin karanlıklarla kaplı bir boşlukta, ruhu suların üzerinde dalgalanan Yehova'ya benzetilebilir. Ex nihilo tarzı yoktan var edimden ziyade şekillendirmek söz konusudur. Yehova da tıpkı Demiurgos gibi boşluğa biçim verir. Farklı olarak; Demiurgos bunu gönlünce yapamaz, birebir uyması gereken ölçülerle sınırlanmıştır çünkü o bir şeylerin kopyasını üretmektedir. Yehova bir sanatçıysa Demiurgos usta bir zanaatkardır. Tekrar Hesiodos ve Homeros'un çağıyla kıyaslarsak; onların tanrılarının da mutlak kudrete sahip olmadığını görürüz. Eylemleri Themis ile kişileştirilen değişmez yasa tarafından kısıtlanmıştır, hiçbir tanrı kadere karşı gelemez. Dikkatli bir göz Anaksimandros'un apeironu ile Themis arasındaki benzerliği fark edebilir. Aslında, apeiron bütünüyle Themis'i Yunan dininin elinden kurtarma girişimi olarak ele alınabilir de. Bu bakımdan Platon'un çağında, gene yasanın altında olmakla birlikte Olimpik tanrıların üzerinde bir gücün tasavvuru mevcuttur ve bu yasa belli ki Themis'in aksine ve apeiron gibi, kişiliksizdir. 


Henüz yalnızca Olimpik tanrılar varken Demiurgos onları ölümlü üç soyun doğumuyla görevlendirir: "Eğer onları kendim yaratsaydım tanrılarla eşit olurlardı, oysa onların ölümlü canlılar olmaları gerekiyor, böyle olmaları için de kendi yapınıza uygun şekilde onları var edin." [4] Elbette Tiamios'un bu bölümü son derece ilginç ve okunmaya değerdir fakat özetlemek gerekirse; yaratıcı eski yaşantısına geri dönmeden evvel bu defa değişmez tözü kullanmadan ölümlü üç türü yarattı. İnsanların içerisinde erkek, kadından üstündür. İnsanlarsa bir bütün olarak hayvanlardan üstündür. Bunu şu sözlerden anlayabiliyoruz: "Zamanı iyi kullanamayanlar yeniden doğdukları zaman kadın olacaklardı, kötü olmaya yine devam ederlerse bu kez de yaptıkları kötülüklere göre her yeniden doğuşlarında yaşam şeklinin benzediği hayvan olacaktı." [5] Orfikleri ve Pythagorasçıları anımsatan bu yeniden doğuş öğretisi gösterir ki varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi vardır. 


[2] Platon, Timaios, 28

[3] Platon, Timaios, 29

[4] Platon, Tiamios, 41

[5] Platon, Tiamios, 42

* bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Hupostasis.


Aristoteles ve Scala Naturea


Atina Okulu, detay, Platon ve Aristoteles.

Platon dünyamızın, fenomenler aleminin, insanın gözlemleyemeyeceği ve ancak akıl yoluyla ulaşabileceği idealar evreninin bir kopyası olarak tanrısal zanaatkar Demiurgos tarafından yapıldığını savlıyordu. İdealar ve fenomenler arasındaki hiyerarşi bir yana; ideaların içerisinde de bir hiyerarşi mevcuttur ve en tepede iyi ideası bulunur. Zaten iyilik sayesinde çokluk ilkesi mümkün olabilmiştir. Aristoteles ise evreni ayaltı alem ve ayüstü alem olarak iki bölüme ayırdı. Ayaltı alem toprak, su, hava ve ateşten meydana gelen yeryüzüdür; bu evrendeki varlıklar duyusal tözlerdir ve hareket eder, değişir, yok olur. Ayüstü alem ise Antik Yunan'da beşinci element olarak kabul edilen eterden meydana gelmiştir ve göksel cisimlerden oluşur: güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar. Aristoteles ayüstü alemin devinmekle birlikte değişme ve bozulmadan bağışık, ezeli ve ebedi olduğunu söyleyerek ona tanrısal bir nitelik verir ve onları duyulur töz grubuna alır. Duyulur-olmayan, sonsuz ve hareketsiz töz ise tanrıdır; o, hareket etmeyen hareket ettiricidir. Platon ve Aristoteles ilk neden, ilk hareket ettirici yönüyle benzeşse de; Aristoteles fenomenlerin aşkın bir boyuta yerleştirilmiş, maddeden bütünüyle ayrı tutulan idealardan pay alamayacağını savunur. Onun gözünde tüm maddeler en yüksek iyi olan tanrıya ulaşmak ister ve böylece hareket etmeyen tanrı, bütün hareketlerin amacı, müsebbibi olur. Platon'un dışsal teleolojisine karşılık Aristoteles'in içsel teleolojisini görmekteyiz.


Aristoteles'in ilgisini ayüstü alemden ziyade ayaltı aleme yoğunlaştırdığını söyleyebiliriz. Aristoteles, doğanın farklı türden varlıklarla dolu olduğunu görmüş ve bunları sınıflama ihtiyacı hissetmişti. O, "Historia Animalium (Hayvanlar Tarihi)" adlı eserinde bir scala naturea (doğa merdiveni) oluşturdu ki bu girişimi ona "biyolojik taksonominin babası" unvanını kazandırmıştır. 


Kaynak: Charles Singer, A Short History of Biology


Burada Lovejoy'un ikinci sıraya yerleştirdiği mertebeleşme ilkesine geliyoruz. Cansız maddeler olarak nitelediği minerallerden insana doğru, onların niteleyici özelliklerine dayanarak oluşturulmuş on iki mertebe içeren bir hiyerarşi kurguladı. Bunları genel olarak cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak özetleyebiliriz. Bu sistemde her mertebe kendisinden aşağıda olanın bütün özelliklerine sahiptir. Örneğin bitkiler yalnızca var olurlar; hayvanlar var olur ve hareket ederler; insanlarsa var olur, hareket eder ve düşünürler. Bu noktada Aristoteles'in kafasını kurcalayan sorun, bazı varlıkların kesin bir kategoriye alınamıyor oluşudur. Örneğin deve kuşu bazı yönleriyle dört ayaklı hayvanların, bazı yönleriyle kuşların özelliklerine sahiptir. [6] Buna dayanarak "Doğa (yani varlıkların karakterleri ve özellikleri) aslında cansız şeylerden hayvanlara değin devamlılık arz ederek geçiş yapmaktadır." [7] der. Böylece Lovejoy'un saptadığı son ilke olan devamlılık ilkesi ortaya çıkar. Geçiş yapma tabiri kimileri tarafından evrime işaret ediyor gibi alımlanmış ve hatta 1937 yılında bu konudaki tartışmaların irdelendiği bir makale yazılmıştır.* Fakat metnin akışıyla birbirine dönüşebilen türlerden bahsedilmediği anlaşılır. Çünkü bunu izleyen ifade şu olacaktır: "Arada ise canlı olmasına rağmen henüz hayvan olmamış varlıklar bulunmaktadır ki birbirlerine olan benzerliklerinden dolayı ayırt edilmeleri çok güçtür. Ya da deniz süngeri bir yere yapışıkken canlı gibidir ama yerinden söküldüğünde tamamen bitki gibi olmaktadır. [8] Aslında Aristoteles, bitkilerden insana dek türlerin arada tek bir boşluk bile olmadan sıralandığını söylemekteydi. Devamlılık ilkesinin işaret ettiği üzere hiçbir zaman bir varlık, başka hiçbir varlıkla ortak özellik taşımaksızın var olmuyordu. Sözgelimi bitkiler ve hayvanlar olarak iki farklı basamak vardıysa da arada hem bitki hem de hayvan sayılabilecek varlıklar da mevcuttu. Buradan Aristoteles'in evrimci olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. 


[6] Aristoteles, On the Parts of Animals, 679 b 15-20.

[7] Aristoteles, On the Parts of Animals, VI, 681a

[8] Aristoteles, On the Parts of Animals, VI, 681a

* bkz. Torrey, H. B., & Felin, F. (1937). Was Aristotle an Evolutionist? The Quarterly Review of Biology, 12(1), 1–18. http://www.jstor.org/stable/2808399


Plotinos ve Sudur Teorisi


Büyük varlık zincirinin üç ilkesi olan çoğalma, mertebeleşme ve devamlılık; Geç Antik Çağ'ın önemli düşünür ve mistiklerinden biri olan, Yeni-Platonculuk okulunun kurucusu Plotinos'un felsefesinde bütünlenme imkanı bulur. Diğer bir deyişle Plotinos, Aristoteles ve Platon'u uzlaştırmıştır. Onun yaklaşımı daha detaylı bir şekilde Enneadlar'da incelenebilir. Biz ise sudur teorisini basitçe anlattıktan sonra bunun Orta Çağ skolastik felsefesinde yarattığı yoğun etkiden söz etmekle yetineceğiz.


Platon'un iyi ideasını tanrılaştırır ve maddi dünyanın sürekli değişmesinden ötürü gerçek olamayacağını; maddi dünyayı aşan ve duyularla algılanamaz olan tanrının tek gerçek olduğunu söyler. O her şeyin kaynağı ve ilk prensibidir; bütünüyle saf halde bulunduğu için bölünemez, öyleyse "Bir"dir. Mutlak iyi olduğu için çoğalmakta beis görmez, böylece var olan her şey ondan taşar -sudur eder. Bunu bilinçli bir faaliyetle yapmaz çünkü yaratmak bir eylemdir ve bir değişme halini zorunlu kılar oysa Tanrı değişmez, ezeli ve ebedidir, her zaman aynı kalır. Grekçe eklampsis, sudurun Bir'de  herhangi bir azalma ya da küçülmeye sebep olmayışını ifade eder. Bu noktada Güneş ve Bir arasında kurulacak analoji sonucunda; nasıl ki güneş ışığını yayıyorsa Bir de öyle yayılır. Bütün güneş ışınları güneşi ifade etmiyorsa var olan şeylerin toplamı da Bir'e eşit değildir. Dolayısıyla burada, tanrının aşkınlığını da hesaba katarak, panteist tanrı anlayışından söz etmiyoruz.


Bu dünya, Plotinos’a göre, Tanrı tarafından yaratılmış olamaz çünkü yaratma bir eylemdir ve her eylem bir hareketi ya da değişmeyi gerektirir; oysa Tanrı değişmez. Yine, yaratma bilinç ve iradeyi gerektirir fakat bunlar da Tanrı için bir sınırlamaya işaret eder. Öte yandan, özgür bir yaratma eylemi, Tanrının mutlak bir yetkinlik ve dinginlik halinden çıkması, O’nun kendi kendine yetememesi anlamına gelir. Fakat Plotinos bunu da kabul etmez. O, işte bu noktada bir kez daha Platon’dan yararlanır, onun İyi İdeasıyla güneş arasında kurduğu analojiyi kullanır. Başka bir deyişle, varolanları açıklayabilmek için Tanrının özgür yaratma faaliyetine başvuramayan Plotinos, emanasyon metaforuna başvurarak, bir sudur, türüm öğretisi geliştirir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, sf. 164)


Güneş analojisini devam ettirirsek; varlıklar güneşe yakın oldukları ölçüde aydınlık ise Bir'e yakın oldukları ölçüde değerli ve yetkindir. Tanrı bir varlık olarak görülmediği için mertebeleşme ilkesi gereğince en yukarıda saf sezgiyi gösteren Nous yani zihin bulunur. Duyusal dünyanın tümüyle dışında olduğu gibi akılla ulaşılabilir bir gerçekliktir. İkinci sıradaki Dünya-Ruhu; Nous'tan türemiştir ve onun bir sureti olduğu için düşünce gücüne sahiptir. Ne var ki düşüncesi Nous gibi saf ve sezgisel değil diskürsiftir, dolaylı çıkarımlara bağımlıdır. Manevi gerçeklikle maddi gerçeklik arasında bir köprü olan Dünya-Ruhu hem Nous'a hem de biçim verme arzusundan ötürü maddi dünyaya yöneliktir. Üçüncü ve son evre olan maddi dünya ise Dünya-Ruhundan türemiştir. Görülebileceği üzere Plotinos'un felsefesinde varlıklar varlık olmayan Bir'den adım adım taşıyor ve aralarında hiçbir boşluğun olmadığı bir bütün meydana geliyor. Her bir varlık, Bir'e yakınlığına bağlı olarak değer kazanıyor. 


Plotinos, bir düalist olarak, insanın ruh-beden ikiliğini öne sürer. Ruh ebedidir ve esasında varlığın kaynağına yönelmiş durumdayken, maddeye biçim verme arzusunun sonucunda maddi varlık alanına düşmüştür. Gelip geçici beden onun sınırlayıcısıdır. Onun sudur ettiği kaynağa yönelmiş kısmı tinsellik, maddi dünyayla ilgilenen kısmı irrasyonelliktir. İkisinin arasında rasyonalite bulunur. Bu bağlamda  insanlar arasında da tinselliğe uygun yaşayanlardan irrasyonalite vasıtasıyla eyleyenlere doğru bir değer düşüşü yaşanır. Plotinos'un Kurtuluş Kuramı ise Hıristiyan mistisizminin en belirgin öğretilerinden birini, aşağı olan duyusal dünyaya sırtını dönüp bütün bedensel hazlardan vazgeçmeyi, arınmanın tamamlandığı nihai aşamada ise mistik bir vecd haliyle tanrıyla birleşmeyi ifade ediyor. Ki Batı mistisizmi denilince akla gelen ilk isim Plotinos'tur, belki haksız bir şöhretle.


Bütüncül Bir Değerlendirme: Panta Rhei


N'için haksız bir şöhret olduğunu düşünüyorum? Bu sorunun cevabı için bu noktaya dek konuştuklarımızı tarihsel bir zemine oturtmak istiyorum.


İlkin mitlerin hala yaşadığı çağlardan "Karanlık Çağ" adı altında bahsettik. Bu dönem, Ege'de Miken Krallığı'nın yıkıldığı ve Tunç Çağı'nın sona erdiği y. M.Ö. 12. Yüzyıl'da başlıyor; bir görüşe göre kuzeyli akıncıların istilası, diğer bir görüşe göre doğal felaketler buna sebep oluyor. Neticede uygarlığın kazanımları olarak adlandırabilecek yazı ve mimari gibi unsurlar asırlarca ortadan kayboluyor. Görkemli Miken Krallığı'nın anısı ozanlarca canlı tutulmuş olmalı ki 9. Yüzyıl'da şehir devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte, Tunç Çağı'nı yansıtan destanlar İlyada ve Odysseia yazıya geçiriliyor. 


Grek Aydınlanması olarak adlandırdığımız M.Ö. 6. Yüzyıl, hala daha mitolojinin başat paradigma olduğu bir çağ olmakla birlikte toplumsal hayatta değişim ve dönüşümlerin habercisidir. İyonya'nın Milet Okulu filozofları evreni mitsel olmayan bir düzlemde anlama çabasına girişmeleriyle aslında mitosun ölümünü ilan etmiyorlar, bugün dahi pek çok kişide mevcut olmayan bir coşkuyla, sorgulama cesareti gösteriyorlar. Şimdi ve buradayı olumluyorlar, tıpkı kendinden başka her şeyi düşünen bir çocuk gibi keşfetme arzusuyla dolular. N'için olmasınlar? İyonya refah içerisinde yaşayan bir şehir devletiydi ve Antik Yunan'da özgür düşüncenin merkeziydi. Aslında onlar bilinç ağacının meyvesini yemiş ama henüz cennetten kovulmamış gibilerdir. Böyle bir durumda cennet bahçesinin her bir köşesi artık korkuyla karışık olmayan saf bir merakla yaklaşılan esrime kaynağıdır. Aristoteles'in aktardığına göre Thales için "Panta plêrê theôn einai" -Her şey tanrılarla doludur. [9] 


Şehir-devletlerinin kurulması, köy yaşamından kent yaşamına geçiş, insanın doğasına ve tanrılarına yabancılaşmasına sebep oluyor. Toplumsal hayatta var olmak öncekine kıyasla daha zor çünkü farklı sınıflardan insanlar bir arada yaşıyor. Ticaret sayesinde zengin olan burjuva sınıfı ile soylular arasındaki mücadelenin yanısıra pek çok fakir insan ve kölelik de mevcut. Bu yaşam tarzı Tunç Çağı'nı anımsatmasına rağmen kahramanların ve tanrıların yeryüzünde dolaştığı, doğanın ruhlarla dolu olduğu günler ancak bir hatıra olarak değer taşıyor. Olimpik din insanların ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor. Bu bir yana, Grek dünyasında hem iç hem de dış karışıklıklar baş gösteriyor. (bkz. Peloponez Savaşı, Otuz Tiran Oligarşisi) Bu atmosferde felsefenin artık doğayı değil insanı ve toplumu merkeze alması tesadüf değildir. Olimpik mitoloji ise tragedyalarda çağını yansıtan ideolojik bir aygıta dönüştürülmüştür. Ne ki, M.Ö. 5. Yüzyıl itibariyle Orfiklerin yükselişe geçişinin de aynı zemine dayandığı kaçırılabiliyor. Orfikler Yunan dininin mistik damarını oluşturuyor: Mitlerin altında daha derin anlamlar olduğunu düşünüyor ve bunları deşifre ediyorlar. Dünyevi yaşamda sıkışıp kalmış ruhlarını yeniden bedenlenmekten kurtarabilmek adına çile çekiyorlar. Bu mistik damarın felsefeye sızmasıyla Pythagorasçılık ortaya çıkıyor. İşte Platon da kaosu akıl yoluyla kozmosa dönüştürmek ve kaostan kurtulmak olarak özetlenebilecek bu iki yaklaşımın üzerinde yükseliyor. Platon ile birlikte insanın bilmediğini düşünme cesaretinin köreldiğini, bilinmeyenin çirkin bulunan maddeler dünyasından aşkın olana itelendiğini görüyoruz. Yine onun Homeros ve Hesiodos gibi ozanları ideal devletinden kovduğu, mitleri -Timaios'ta olduğu gibi- alegori amacıyla kullandığı bilinir.


Aristoteles'i doğa felsefesi kısa bir süreliğine fakat oldukça etkili bir şekilde yeniden dirilmesi olarak görebiliriz. Yine de, onun pek çok ilgi alanının arasında toplumsal yaşam da vardır. Ontolojisindeki düzensiz olanı düzenleme ve hizaya sokma kaygısı topluma bakışına da hakimdir. Atina, Aristoteles'in döneminde de eski görkemini yitirmiş ve karışık bir yapıya sahip. Aristoteles bazı insanların yöneten, bazılarının yönetilen olmasının doğal olduğunu söylüyor. "Gereken şeyleri zekasıyla önceden görebilen bir kimse, doğaca yönetici ve efendidir, oysa beden gücüyle bunları yapabilen bir kimse doğaca köledir, yönetilenlerden biridir." [10] Tabii ki bu yaklaşım bütünüyle Aristoteles'e özgü değil -Platon da Devlet'te paralel görüşler sunuyor. Sömürü ve köleliğe meşru zemin oluşturan bu yaklaşımın günümüze dek sızdığını Sosyal Darwinizm'in mimarı Herbert Spencer'da da göreceğiz. Fakat şu anda vurgulamak istediğim Aristoteles'in evreni olduğu gibi toplumu da statik bir yapıya kavuşturma arzusudur ve bu çeşit daha yukarıda olanın üstünlüğü, Orta Çağ'ın varlık zincirinin özüdür.


Plotinos ise şöhretini M.S. 3. Yüzyıl'ın çöküş dönemi Roma'sına borçlu. Tıpkı Antik Yunan'da olduğu gibi Antik Roma'da da bir taraftan akılcı felsefenin öbür taraftan gizemci dinlerin yoğunluğu var. Diğer bir deyişle devlet dininin insanın iç huzurunu sağlamakta yetersiz kaldığı bir atmosfer yaşanıyor. Grek, Mısır ve Doğu kökenli dinlerin tümü -Kibele, Isis, Bacchus ve Ceres- halk için maneviyatın tatmin edilmeye çalışıldığı gizem dinleriydi, bir Yahudi mezhebi olarak ortaya çıkmış Hıristiyanlık da Romalı plebler tarafından bu gizemci dinler çerçevesinde yorumlanmış ve rağbet görmüştü:


Her biri, doğduğu kültürün özgün yapıtaşlarıyla biçimlenen ve yayılımı sırasında başka inançların belirli özellikleriyle kaynaşarak yolculuklarını Roma İmparatorluğu'nda sonlandıran ve Hıristiyanlığın içinde eriyip kaybolan bu dinlerin ortak özelliği, ölen - yeniden doğan bir tanrının yazgısını paylaşan insanla aralarında kurulan duygudaşlık çerçevesinde gelişmesi ve kutsalı sadece kendinin olana, bir anlamda kendini anlamaya çalışıp kendine hizmet edene açıklamasıdır. Bu özelliğinden dolayı, "gizemler", ya da "gizem dinleri" olarak adlandırılan bu inançların her birinin kendine özgü tanrısı, bu tanrının başından geçen ve gizemlere konu olacak bir söyleni ve tapım biçimleri vardır. Felsefesi, bu yaşamda ve öte dünyada insana iyi bir yaşam biçimi ve ruh huzuru sağlama vaadiyle biçimlenen gizemlerin içeriğini, tanrının yaşadıklarına göre belirlenen yaşam, acı çekme, ölüm, yeniden doğuş ve sevinç oluşturur. (Çiğdem Dürüşken, Roma'nın Gizem Dinleri, sf. 11)

 

Bu bakımdan Plotinos'un felsefesi Hıristiyanlığın yayılışından sonra İncil'e felsefi altyapısını mükemmel bir şekilde sağlıyor çünkü gizem dinleri de Yeni-Platonculuk da kurtuluşun peşinde olmaları bakımından birleşiyorlar.  Aslında Plotinos'u mistisizmin sebebi değil sonucu olarak düşünmek gerekir. Aynı Orta Çağ Hıristiyanları Platon'un Timaois diyalogundan da son derece etkilenecek ve onu Tekvin'le bağdaştıracaklardır. Çünkü Orta Çağ'ın dogmatik yapısı Antik Yunan'ın düşünsel yaratıcılığından yoksun olduğu için kendini açımlamak adına onun materyallerine muhtaçtır. Aristoteles'in varlık merdiveni ya da cetveli scala naturea ise Hıristiyanların tanrısı tarafından yaratılmış ve düzenlenmiş statik evrenin varlık hiyerarşisine entegre ediliyor. Böylece Büyük Varlık Zinciri'nin bütün Orta Çağ ve Rönesans boyunca başat model olması için gereken her şey önümüzde: Tanrı, demonlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller. Bu modelde insan dünyadaki en yüksek varlıktır; erkek ise kadından üstündür. Açıkçası Orta Çağ'ın istikrarsız ve korkunç koşullarında her şeyin böylesine belirli ve durağan olduğuna inanmak kadar üzücü bir sığınak olamazdı.


Neticede denebilir ki entelektüel, tinsel, toplumsal devrimler sonucunda insanlar mitolojilerini sorgulamakla kalmamış, yeni mitolojiler meydana getirmişlerdir. Bengi dönüş gereği durumu mitostan logosa, logostan mitosa sürekli bir akışkanlık olarak değerlendirmek mümkündür belki de. Bazen bu akış asırlar boyu kesintiye uğrasa dahi panta rhei, her şey akar.


Öyleyse bizi bekleyen uzun karanlığa gömülmeden önce, bu bölüm başladığı gibi bitsin: Felsefe tarihine genel bir bakışın gösterebileceği gibi insan varlığına ilişkin düşüncelerin evrimi ilerlemeci gerçekleşmemiştir. Organik analojiyi sürdürürsek, adaptasyona denk düşecek şekilde, insanın kökenleri zamanın ruhunu -zeitgeist- yansıtacak biçimde kurgulanmıştır. Burada karanlık çağların bilim ve felsefenin ışığında aydınlığa bürünmesinden ziyade birbirini izleyen pek çok karanlık ve aydınlık çağın varlığı söz konusudur. 

[9] Aristoteles, Ruh Üzerine, 411a 7-9

[10] Aristoteles, Politika, 8


                                                                                                                                                                    

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR


Makaleler:


  1. Kaya, A. (2022). Arthur O. Lovejoy’un “Büyük Varlık Zinciri”nin Kökeni ve Batı Düşüncesindeki İzdüşümleri. Felsefe Arkivi, 0(57), 39-62. https://doi.org/10.26650/arcp.1174687
  2. Bakırcı, Ç. M. (2017, July 07). Antik Yunan'daki Büyük Varlık Zinciri Algısı, Evrim Fikrinin Yeşermesini Nasıl Önledi?. Evrim Ağacı. Retrieved March 29, 2023. from https://evrimagaci.org/s/5169
  3. Senemoğlu, O. (2016). Antik Yunan Siyasal Düşünüşünde İnsan Doğası ve Toplum Anlayışı: Platon ve Aristoteles . İnsan ve İnsan , 3 (10) , 0-0 . DOI: 10.29224/insanveinsan.280022
  4. Salıya, D. A. (2016). Plotinus’un Hayatı, Kişiliği ve Felsefî Üslûbu Üzerine Kısa Bir Deneme . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , (26) , 143-157 . DOI: 10.20981/kuufefd.30589
  5. Doğan, N. (2021). İki Farklı Evren Tasarımı: Platon ve Aristoteles’te Bilim . Kilikya Felsefe Dergisi , (1) , 83-99 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/kilikya/issue/61980/927786

Kitaplar:


  1. Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi Thales'ten Baudrillard'a
  2. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü
  3. Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi
  4. Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi
  5. Karen Armstrong, Mitlerin Kısa Tarihi

Bu bir akademik makale olmadığı için üslupta esnek davrandığım gibi kaynakça kısmında da yalnızca alıntı yapmak adına kullandığım eserleri dahil etmedim. Atıfları da aynı sebepten alt başlıkların sonuna yerleştirdim. Yazım herhangi bir bilgi yanlışı içeriyorsa lütfen bana bildirin.

Yorumlar