FELSEFE TARİHİ 1: Bilimin ilk izleri. Doğa filozofları, Milet Okulu. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes.

Felsefe yapmak için felsefe tarihi bilmeye gerek yoktur, daha yumuşak bir yaklaşımla yalnız çağımıza yakın filozofların düşünce hazinelerinden faydalanarak zihnimizin renk spektrumunu genişletebiliriz de. Fakat bir insanın "Felsefe tarihini başından sonuna bilmek ne işime yarayacak?" diye sormasına anlam veremiyorum. Bilginin yalnızca pratiğe dönüşebiliyorsa, ki bu durumda bahsimiz sınav soruları oluyor sanırım, faydalı olduğunu iddia etmek M.Ö. 6. Yüzyıl'ın felsefe öncesi zihniyetinde hapsolmak ile eşdeğerdir. Eski Dünya'da uygarlığın doğduğu ilk bölgeler Mısır ve Mezapotamya idi; yazı, geometri ve astronomi gibi bugün hala evreni anlamlandırmakta ve anlatmakta kullandığımız muhteşem öğretiler burada doğmuştu. Fakat tüm bu soyut düşünebilme kabiliyetine rağmen bir felsefeden söz edilemezdi. Öte yandan Antik Yunan hem bilimin hem de felsefenin beşiği oldu -üstelik aynı anda. Çünkü felsefe ve bilim yalnızca aynı anda doğmakla kalmadı, başlangıçta onlar birdi.

Mezapotamya ve Mısır Uygarlıklarının yapıca ortak özelliği din ve devlet kavramlarının iç içe geçmiş olmasıdır herhalde. Kral despotik gücünün kaynağını tanrıdan alır ve zengin rahip sınıfı, savaşa gitmiş ya da otoritesi yetersiz bir kralın gücünü memnuniyetle kullanmışlardır. Yasaların tanrısallığı onların sorgulanmasını oldukça zorlaştırmıştır- Hammurabi'nin kanunlarının panteonun en yücesi Marduk tarafından konulması gibi. Neticede dinsel tutuculuk sebebiyle özgür düşüncenin gelişemediği bir tablo ile karşı karşıyayız. Geometrik hesaplamalar yapıyor, ay ve güneş tutulmalarını biliyor, gezegenlerin hareketlerini izliyorlardı fakat bilim ya büyü ya da ekonomik faaliyet amaçlı kullanılıyordu. Kısacası bütün bu soyut düşünebilme kabiliyeti ancak pratik alanda bir fayda sağladığı ölçüde önemli kabul edildi.  Doğayı doğanın bir parçası olarak anlamak değildi esas olan. 

Özgür düşünce ve Minoslular.


Grekler Yunanistan'a üç dalga halinde gelmişlerdi: İyonyalılar, Akhalar ve Dorisliler. Onlardan öncesinde Girit'te  bulunan Minos Medeniyeti masalsı bir dikkat çekiciliğe sahiptir. Bir ada devleti olmanın -istila tehdidinin azlığı- etkisi ile kocaman surlar içerisinde hapsolmamış, özgür ruhlu ve yaşam dolu bir uygarlıktır. Anlaşılıyor ki yüzlerce yıl boyunca barış içerisinde yaşamışlardı. Ticarette liderliği ellerinde tutuyorlardı. Merkezi Knossos Sarayı'nda, M.Ö. 2500'den itibaren Mısır ile ticaret kaynaklı kurulan yoğun etkileşim sonucunda Mısır'a benzeyen sanatsal üslubun izleri görülebilir. Freskolarda gölge ve perspektif yoktur, sfenks ve daha çok grifonlara rastlanır.

Griffin freskosu, Knossos, Girit. M.Ö. 1700-1450


"Ladies in Blue" freskosu, M.Ö. 1525-1450


Sanatın aksine yaşamı kavrayışta Mısır'ın etkisinden söz edilemez. İyiliklerin ödüllendirildiği, kötülüklerin cezalandırıldığı bir öteki dünya vardır ancak esas olan bu dünyadır. Büyük oranda tanrıçaların oluşturduğu panteona ait bilgi çok azdır, ancak Hayvanlar Hakimesi adı verilen tanrıçaları, ihtimalle Artemis'in ilk formlarından biridir. (Batı Felsefesi Tarihi İlkçağ, Bertrand Russell, s. 108) Bu tanrıçalar devasa heykeller ile değil, figürinlerde temsil edilirler. Tarım devletlerinde yaşayan insanlar, sözgelimi Mısır, açlıktan ölmemek için katı bir takvime bağlı kalarak sıkı bir şekilde çalışmak zorundadır. Mezapotamya gibi istilaya açık bir coğrafyadaysanız sıklıkla savaşır ve yaşamınızı duvarların çizdiği sınırların ardında korkarak geçirirdiniz. Her ikisinde de dünyaya bakışınız ekmeğini taştan çıkarmak, acı çekmek ve korkmak kavramlarıyla şekillenirdi. Bir Minoslunun yaşama olan coşkulu ve açıkçası kaygısız bakış açısı irdelenirken bu durumun yokluğu göz önüne alınmalıdır. Bu dünya zaten güzel ise öteki dünyadan beklentiler azalır, ticaret zor zamanda imdada yetişiyor ise bereket tanrıları için yapılan ritüeller korkunç boyutlara ulaşmaz ve onlara yalnızca saygı duyulur. Bu defa inanç toplumsal hayatı düzenleyen pek katı kurallar silsilesi değil boğa güreşleri gibi eğlenceler şeklinde yaşatılır. Bununla birlikte kadınlar, fresklerden anlaşıldığı kadarıyla festivallere katılıyor ve çeşitli işlerde çalışıyorlardı; varlıkları toplumsal hayatın içerisinde erkek kadar belirgindi. 

Minoslular hakkında bundan öte bilinmesi gereken en önemli bilgi onların tam olarak Yunan olmadığı fakat Yunan Uygarlığını, daha doğrusu felsefenin doğduğu İyonya'yı inanılmaz ölçüde etkiledikleridir. Minos Uygarlığı M.Ö. 1600'de yıkılır ve Girit Adası, daha militarist bir toplum olan Mikenlilerin denetimine geçer. Eski tarihlerde Minosluların bütünüyle farklı bir ırk oldukları ya da Mısırlıların soyundan geldikleri görüşü hakim olmasına karşın Mikenlilerin Yunanlıların atası olduğunu ortaya çıkaran araştırma [1] onların aynı zamanda Minoslularla genetik benzerliğine dikkat çekiyor. Mikenliler daha az barışçıldı. Kral mezarları yapmış -daha belirgin öte dünya inancı- ve saldırı tehdidine karşılık kalelerini tepelerin üzerine inşa etmişlerdi. Minos Kültürü, bozulmaya uğrayarak Yunanlara geçmişti. Daha sonra kuzeyden adaya gelen kabile Aka (Akha), Homeros'a göre Miken kralları ile politik evlilikler yapmış ve bu şekilde Mikenlerin yerini almıştır. Yunanistan'a gelen Dorların istilasından kaçan Akalar, M.Ö. 1200'de Batı Anadolu'ya gelerek İyonya şehir-devletlerini kurdular. Minos dini kültürel etkileşim için enfes bir ortam olan bu bölgede çok çeşitli Anadolu inanlarıyla kucaklaştı ve insanların zihni çok çeşitli kaynaklardan beslendi. Ticaretten doğan refah, jeopolitik konumun getirdiği kültürel etkileşim, merkezi otoritenin olmayışında sözü edilebilen demokrasi dogmaları engelledi. Rahipler halk içerisinden seçilen bir memur gibi çalışan ayrıcalıksız bir sınıftı çünkü dogmaları koruyacak düşünce polislerine ihtiyaç yoktu. "Dogmaları rahipler ortaya koymaz ama ortaya çıkan dogmaları korurlar." (a.g.e., a.g.y., s. 125) 

Yalnızca anlamak için düşünme faaliyetini ilk yapanlar, İyonyalı Milet Okulu idi.

Milet Okulu - Thales, Anaksimandros, Anaksimenes


Milet okulu Grek düşüncesinin Mısır ve Babil ile bağlantı kurması sonucunda oluştu - bugünün bilim dallarında ilk çalışmaları bu uygarlıkların genellikle büyü amacıyla gerçekleştirdiğini söylemiştik. Fakat doğayı akıl yürütme, deney ve gözlem metodları ile anlamaya çalıştıkları için dünyanın ilk fizikçileri Milet Okulu filozoflarıdır. Verdikleri cevaplardan çok sordukları soru önemliydi: Doğada her şey bir değişim ve dönüşüm halinde olduğu için farklı şeylerin altında yatan bir ortaklık olmalıydı. Arkhe adını verdikleri, o her şeyin dayandığı ana maddeyi, evrenin yapıtaşını arıyorlardı. 

Thales.

Thales'in yaşadığı tarihi M.Ö. 585'te tahmin ettiği güneş tutulmasından biliyoruz. Ayrıca bir piramidin gölgesini ölçerek boyunu da hesaplamıştır. Fakat Thales'in yaşadığı Milet, Lydia ile birleşmişti ve Lydia'nın da Babillerle bağlantıları vardı; Babilliler güneş ve ay tutulmasını hesaplamayı halihazırda biliyorlardı. Geometriyi ise ticaret sebebiyle gittiği Mısır'dan öğrenmişti. Onu bu kadar özel kılan, içinde bulunduğu doğayı anlamlandırırken inançtan faydalanmadan salt doğayı kullanmasıydı.

Thales'e göre arkhe, sudur. Suyun halleri arasındaki sürekli döngüden yola çıkarak yapar akıl yürütmesini. Tüm canlılar nemlilikten beslenir, hayat sudan kaynaklanır.

Anaksimandros.

Anaksimandros için arkhe, aperiondur.

Thales'i haksız bulur O. Birincisi, her şeyin ana maddesi su ise su nereden gelmiştir? Yalnız su değil herhangi bir ana madde varsayımı için de bu cümleyi tekrar ve tekrar kurabiliriz. İkincisi, su her şeyin kaynağı olsa idi varlığı öbürlerini bastırırdı; sözgelimi su ateşi söndürürdü. Anaksimandros'a göre doğayı oluşturan elementler birbiri ile çatışma halindedir ve aralarındaki dengeyi sağlayarak bu çatışmayı sürekli kılan bir unsur vardır. Üçüncüsü ve en önemlisi ise var olan her şey yok olur, öyleyse bir "varlık" arkhe olamaz -çünkü günün birinde ölecektir. Bu noktada filozofumuz mükemmel bir akıl yürütme ile arkhenin somut olamayacağını söyler. Aperion. Kozmik çatışmada tarafsız olan aperion; ölümsüz ve ebedidir. Fakat bu özelliklerini sonsuz oluşundan değil belirsiz oluşundan alır. O evreni yaratan bir tanrı değildir, bir çeşit doğa yasasıdır. Ve burada yasa adaleti de kapsıyor çünkü ona göre var olanların yok olma sebebi yaptıkları haksızlığın yargılanması sonucunda ödedikleri bedeldir.

Tarafsızlığı ile bir yargıç pozisyonu alan aperion, Anaksimandros'un felsefesindeki çok acı bir noktayı gösteriyor bize -ben onun gerçekten böyle düşünecek denli hassas ruhlu biri olduğuna inanıyorum. Durmaksızın var oluş ve yok oluş, yaşamın bu döngüsü, bir cezadır. Bu düşünce yansımalarını Sisyphos ile Prometheus'ta da bulmuştu çünkü düşüncenin kendisi de halihazırda insanlığımızın yansıması idi zaten. Bir adım ileri gittik ve şunu gördük; insan değil, dünyanın kendisi kötülüktür.

Anaksimandros'un inanç sistemlerini dışlayarak yaptığı çıkarımlar ironik bir şekilde kökenlerini Grek dininin "evrensel adalet" kavramından alıyor olmalı. Aperion benzeri bir "yasa", Olympos tanrıları tarafından bile aşılamaz. İlyada ve Odessa'da sıkça görülebilecek bu motif tanrıların yalnızca korunması gereken ve bir şekilde sezebildikleri denge çerçevesinde hareket edebilmelerine sebep olur.

Anaksimandros başka neler yaptı? Ona göre dünya yaratılmamış ve başka bir şeyden dönüşmüştü. Hem insanlar hem de hayvanlar belirli değişimlerden geçerek bugünkü hallerine gelmişlerdi. Bitkiler güneşle buharlaşan nemli ana ögeden doğmuştu; insan ve hayvanlar ise balıklardan türemişti. Bununla da kalmıyor, insanın özüne başka bir hayvanın karışmış olması gerektiğini de söylüyor. Bugün evrim konusunda öğrenebildiklerimiz ışığında Anaksimandros'un düşüncelerinin aslında çok isabetli olduğu söylenebilir. Fakat bunlar bütünüyle yanlış olsaydı bile çağının çok ötesindeki soyut düşünebilme yeteneği göz alıcı gelmiyor mu? Ne yazık ki yaşarken düşüncelerine hiç itibar edilmemiştir.

Anaksimenes.

Thales'e benzer bir şekilde arkhenin element olduğunu düşünmüş olan Anaksimenes, açıkçası pek de çarpıcı fikirler sunmamıştır. "Arkhe havadır, ateş ise seyreltilmiş havadır. Hava çok katılaştığında toprak, sıvılaştığında su olur. Doğadaki fiziksel çeşitlilik niceliksel farklara dayanır," diyor. 


Sonuç olarak Milet zengin bir ticaret kentidir; pek çok ulusla kaynaşmış olmanın neticesinde zihnin beslendiği kaynakların zenginliği, Babil ile Mısır'dan öğrenilen bilgiler ile birlikte bilimsel düşünceyi doğurmuştur. Dönemin Trakya'sından Anadolu'ya gelen ve bugünkü anlamıyla "din" olarak nitelendirilebilecek Bakkhosçuluk (Dionysos) ve Orpheusçuluk burada yerleşmediği için her yönüyle antropomorfik, pek de ciddiye alınmayan eğlenceli Olympos tanrılarına inanılıyordu. Toplumun her yerine nüfuz eden katı inançların olmaması dinin henüz söz konusu olmadığı bir felsefeye yol açmıştı. Sonraki dönemde Orpheusçuluk sonucunda daha farklı bir kavrayış doğar; artık felsefe, başardıkları açısından daha büyük olmakla birlikte daha az bilimseldir. 


KAYNAKÇA


Yorumlar