ESKİ AHİT HAKKINDA BİRKAÇ ŞEY

Gustave Doré, Jacob Wrestling with the Angel (1855)

Antropomorfizm.


Mitoloji ile yakından ilgilenen benim için ilk defa Eski Ahit -ya da bizim deyişimizle Tevrat- okuma deneyimi bu kavramı ayetler dolusu tekrar etmek ile eşdeğerdi. Antropomorfizm, diğer bir deyişle insanbiçimcilik, insan olmayan bir varlığın insani nitelikler üzerinden betimlenmesi anlamına geliyor. Öznemiz alelade bir cisim ya da hayvan da olabilir fakat antropomorfizmi bilhassa politeistlerin panteonlarında görüyoruz. Sümer, Yunan, Mısır, Hint tanrıları örneğin... Tıpkı insanlar gibi uyuyan, aşık olan, sevişen varlıklar olmalarının yanında saçlarını tarayabilir, güzel mücevherler takabilir, ağlarken yüzlerini kapayabilirler. Meraklısına, hayvanbiçimcilik ise theriomorphism olarak adlandırılıyor - Türkçe varyasyonunu herhangi bir kaynakta bulamadım fakat teriomorfizm falan olurdu herhalde. Mısır tanrılarının son derece insani tavırlarına rağmen hayvan kafalarını düşünerek Mısır mitolojisinin bir açıdan theriomorfik olduğunu da söyleyebiliriz. Ama esas theriomorfizm üst paleolitikten günümüze dek süregelen primitif inançlarda bulunuyor. 


İnsan medeniyet aracılığıyla kendini doğadan ayrı bir yerde konumlandırmaya başlayınca yaratıcı ve düzenleyici gücü de bir zamanlar kültleştirdiği hayvanlara değil kendisine benzetmeye başlamış; son derece anlaşılabilir. Fakat sofistikeleşmenin önünü alamamak, soyutlaştırma gibi bir laneti de beraberinde getiriyor sanırım. Bütün dünyada bu antropomorfik tanrıların gitgide kimliksizleştiğine şahit olmak mümkün. Hint inanışında Upanişadlarla birlikte Şiva, Indra, Agni ve Vishnu gibi önemli tanrıların o esas gizemli gücün sadece bir yansıması haline gelişini düşünün:

"Atman ne budur ne de şudur (neti neti). O kavranamadığından kavranılamaz, yok edilemediğinden yok edilemez. O bağımsızdır, çünkü kendini bağlamaz."
Brihadaranyaka Upanishad, IX, 26.


Halihazırda Orfizm ve Pisagorculuk gibi mistik damarları bulunan Antik Yunan felsefesinin Yeni Platonculuk ile birlikte varlıktan bütünüyle arınmış, alabildiğine bilinemez bir yaratıcı tahayyülüne kendini kaptırmasına ne demeli? Plotinus diyordu ki: Biz Bir'in ne olduğunu söyleyemeyiz, ancak ne olmadığını söyleyebiliriz. Ahmet Arslan'ın dediği gibi; doğa felsefesi olarak başlayan İlkçağ Felsefesi, onlar ile birlikte bir teoloji olarak sona ermişti. Kötürümleşen rasyonel düşünce ve öne çıkan mistisizm sanıyorum ki bütün medeniyetlerin bir dönem vebası oldu. Ama bunun insanlığı aynı anda seçilmiş ve lanetli hale getiren bir Tanrı'ya dönüşmesi tam anlamıyla plot twist herhalde. 

Her şeye hakim, bütünüyle bu dünyadan aşkın bir "şey" ile kurulan hastalıklı ilişkimiz beni şaşkına düşürüyor. İlk büyük günahımızdan dolayı -iyi ve kötüyü bilme ağacından yemek- sonsuza dek cezalandırılıyoruz ve hayatımız boyunca bu günahın bedelini ödemek için ona sığınmak ve yakarmak zorundayız. Değersiz bedenlerimiz ve dünyevi hayatımızda bütün ömrümüzü onun cennetine geri kabul edilebilmek için heba ediyoruz. Öte yandan devasa bir evrendeki bilinç sahibi tek varlıklarız ve bütün evren bizim için dizayn edilmiş -son derece özel hissediyoruz. Tanrı ile aramızdaki bu hastalıklı ebeveyn-çocuk ya da efendi-köle ilişkimizin bolca irdelenmesi gerekir. Sanırım yalnız O, insanın aynı kişi tarafından hem sevilme hem de nefret edilme ihtiyacına cevap verebilirdi. Açıkçası bazen çoğu insanın özellikle günah işleyip sonra af dilenmekten mazoşistçe haz aldığını düşünüyorum.

Fakat bu psikoloji biliminden bolca yardım alarak uzuuuuuuuuun uzuuuuuuuun ele alınması gereken bir mesele olduğundan burada bırakıyorum.

Günün serinliğinde bahçede yürüyen Tanrı.


Tanrı'nın nasıl bu denli 'aşkınlaşabildiğini' adım adım izlemek isteyene, İbrahimi dinlerin kutsal kitapları tatlı bir deneyim oluyor. Tevrat'ta resmen insan gibi imgelenebilen Tanrı, İncil'de İsa aracılığıyla bu durumu hafifletirken Kur'an'da bütünüyle soyut bir varlık haline geliyor.

Eski Ahit adı verilen kitapların ilki olan Yaratılış'ı okumaya başladığımız gibi Tanrı'nın evreni yaratırken yedinci günde nasıl da yorulup dinlendiğine şahit oluyoruz ama sorun değil. Gazap duymak, affedici olmak, merhamet etmek gibi insani özelliklerine aşinayız. Tanrı'yı buna rağmen aşkın ve insandan apayrı bir varlık olarak düşünebiliyoruz. Fakat:

"Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı’nın sesini duydular." 
Yaratılış 3:8


Bu, aşkın tanrı düşüncesi ile büyütülmüş pek çok kişi için çarpıcı bir ayet olmalı.


James Jacques Joseph Tissot,God's Curse, y. 1896-1902

Eski Ahit'te Tanrı bütünüyle insani olmayı neredeyse hiçbir zaman bırakmıyor. Oğlunu kurban etmesini isteyerek İbrahim'in sadakatini deniyor (Yaratılış, 22), Musa'ya öfkeleniyor (Mısır'dan Çıkış, 4:14), Musa ile iki arkadaş gibi yüz yüze konuşuyor (Çıkış, 33:11), sevdiği kullarına bolca "gözüküyor" ve görkemli bir zuhur etme de değil bu. Daha sonra başka insanlara da gözükeceği gibi:


RAB Tanrı Musa’nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, “Musa, Musa!” diye seslendi. 
Çıkış 3:4 

Fakat Tanrı, yüzünü görenin öleceğini açıkça belirtiyor. Öyleyse bu "tezahür etme"ler sislerin arasından ya da şekil değiştirerek gerçekleşiyor olmalı. Tıpkı Yunan tanrıları gibi. Musa ve Tanrı arasında öyle insani bir dostluk var ki; Tanrı adeta utanarak Musa'ya yüzünü gösteremeyeceğini ama sırtını gösterebileceğini söylüyor.

Bunları ortaya ateist argümanlar koymak için yazmıyorum elbette. Teist biri kutsal kitapların alegorik olduğunu söyleyerek işin içinden rahatlıkla çıkabilir -ki bu da bir yorumlama şeklidir. Fakat din ya da mitoloji, adlandırılış şekli fark etmeksizin insanlığın mitlerini toplumların psikolojilerinin bir yansıması olarak ele aldığımızda gerçekten bir noktadan ötekine varabileceğimizi düşünüyorum. Görülüyor ki paganizmin ve dolayısıyla şehir tanrılarının yaygın olduğu bir dönemde tek Tanrı henüz bütünüyle aşkınlaşmamış ve "evrenselleşmemişti". Bundan dolayı yalnızca İsrailoğullarına ait ve neredeyse her yönüyle antropomorfik bir Tanrı tasarımı ile karşı karşıyayız. Fakat bu Tanrı aynı zamanda diğer panteonların tanrılarından farklı olarak nereye gidilirse gidilsin tapılması gereken yegane tanrı olduğunu iddia ediyor ki bu radikal bir değişim. Fakat evrensel değil; tüm insanlığı kucaklamıyor. Gücünü gösterdiğinde kendisine biat edecek Mısırlılar olabilirdi fakat yalnızca soylarından dolayı İsrailoğullarını korurken bu Mısırlıların üzerine lanetler yağdırmaktan çekinmiyor. Onların ilk doğan çocuklarını bile öldürüyor. Bunun tek sebebi ise şu:

Ben firavunu inatçı yapacağım ki, belirtilerimi ve şaşılası işlerimi Mısır’da artırabileyim.
Çıkış 7:3

Ama zaten Eski Ahit'in Elohim'i hiç de hümanist, şefkatli, yüce bir baba değil. Öyle bir iddiası olabileceğini de zannetmiyorum. Adem'in ölümsüzlük ağacı yiyip tanrı olmasından korktuğu için erkeği ayrı, kadını ayrı, yılanı ayrı lanetlediği andan itibaren gücünü paylaşmaya ne kadar gönülsüz olduğunu, hatta bundan deli gibi korktuğunu gözlemlemek mümkün. Başlangıçta herkesi koruyup kollayan bir baba portresi çizer, on masum kişiden dolayı Sodom'u affederken; yeterince saygı görmediğini düşündüğü noktada, belki o saygıyı zorla kazanabilmek için halkın birbirini öldürmesini emreden bir despota dönüşüyor. Musa'ya çektiği nutukta güç zehirlenmesinin artık arşa çıktığını gözlemlemek mümkün. Açık açık itiraf ettiği üzere o, kıskanç ve kinci "biri":

Tanrı şöyle konuştu:
“Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim.
“Benden başka tanrın olmayacak.
“Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın.
Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.
 Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa sevgi gösteririm.
Çıkış 20:1-6

İsmini söylemeyen Tanrı.


Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler’e gidip, ‘Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi’ dersem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
Tanrı, “Ben Ben’im” dedi, “İsrailliler’e de ki, ‘Beni size Ben Ben’im diyen gönderdi.’
Çıkış 3:13-14

 

"eyéh 'aşér 'eyéh"; "Ben, Ben'im" veya "Ben neysem oyum" gibi bir anlama geliyor. Tevrat'ta Yahva/Yehova ya da Elohim Tanrı'nın yalnızca sıfatlarıdır. Onun adını asla öğrenemeyiz. Sorulduğu zaman kıvrakça konuyu değiştirir ya da soruyu savuşturur. Sanırım bu; tanrıları isimleri aracılığıyla kontrol eden Paganizme bir çeşit refleks olarak özellikle yapılan bir durum. Doğa güçlerini kontrol eden kişileştirilmiş tanrılara inanan insanlar bu tanrılara her zaman korku ve saygı ile yaklaşmıyorlardı. Aksine; örneğin köylüler ekinlerden o yıl yeterince verim alamazlarsa Pan'ın heykeline tekme tokat girişmekte beis görmüyordu. Tanrılar büyü ve ritüeller aracılığı ile yağmur yağdırmaya, fırtınaları dindirmeye, hayvan sürülerinin sağlığını korumaya zorlanıyordu. Kısacası Tanrı'nın insana muhtaç, insanın Tanrı'ya zorba olduğu anlar vardı. James Frezer'in Altın Dal adlı eserinde söylediği gibi:

"Başlangıçta, doğaüstü şeylere, insandan o kadar da üstün gözüyle bakılmıyordu; çünkü bunlar insan tarafından korkutulabiliyor ve istediğini yapmaya zorlanabiliyordu. Düşüncenin bu aşamasında dünya büyük bir demokrasi olarak görülmektedir; Dünyadaki, doğal ya da doğaüstü bütün varlıkların, oldukça eşit bir dengede bulundukları varsayılmaktadır. Fakat insan, bilgisinin artmasıyla birlikte doğanın uçsuz bucaksız olduğunu, onun yanında kendisinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu açıkça görür. Bununla birlikte, kendi umarsızlığını tanıması, hayalinde bütün evreni dolduran bu doğaüstü varlıkların da güçsüz oldukları gibi bir inancı beraberinde getirmez. Tersine, onların güçlülüğü düşüncesini daha da artırır... O zaman, kendisinin o kadar zayıf ve küçük olduğunu hissederken, o dev doğa makinesini kontrol eden varlıkları kim bilir nasıl büyük ve güçlü sanmaktadır! Böylece tanrılarla o eski eşitlik duygusu yavaş yavaş yok olurken, doğanın işleyişini başka bir şeyin yardımı olmadan kendi kaynaklarıyla, yani büyüyle, yönlendirme umudunu da yitirir ve giderek tanrılara bir zamanlar kendileriyle paylaştığını ileri sürdüğü o doğaüstü güçlerin tek kaynağı olarak bakar. Bu nedenle, bilginin ilk gelişmesiyle birlikte, dua ve kurban, dinsel törenlerde önde gelen yerlerini alır; bir zamanlar yasal bir eşit olarak onlar arasında sıraya giren büyü ise, yavaş yavaş arka sıraya itilir ve kötü ruhları çağırma derecesine iner." (sf. 34)

İşte bu büyü olarak başlayıp dua olarak biten süreçte tanrılar her daim isimleri aracılığıyla kontrol edilmiştir. Dolayısıyla Tanrı'nın Yakup ile sabaha dek güreşip ismini söylememesi şaşırtıcı değildir:

Adam, “Adın ne?” diye sordu.
“Yakup.”
Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.”
Yakup, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu.
Ama adam, “Neden adımı soruyorsun?” dedi. Sonra Yakup’u kutsadı.
Yakup, “Tanrı’yla yüzyüze görüştüm, ama canım bağışlandı” diyerek oraya Peniel adını verdi.
Yaratılış 32:27-30


Eski Ahit'te Tanrı; sanki Tanrılar soyunun içinde alelade bir Tanrı olmaktan sıkılmış ve tapıldıkça güçlenen paganik tanrılardan biriymiş gibi hiyerarşinin en üst basamağına çıkmaya karar vermiştir. Bir tanrının daha güçlü olmasının tek yolu ona dua eden ve adına kurbanlar kesen insanlardan geçer. Yehova sadece ama sadece kendisine tapacak, sadakatinden emin olabileceği kullar istedi. Belki de onun tek istediği hem sevilmek hem de korkulmaktı, tıpkı bizim hem sevmeye hem de korkmaya ihtiyaç duyduğumuz gibi. Tam da bu yüzden ne kadar bağışlayıcı olduğunu vurguladıktan hemen sonra suç işleyeni nesiller boyu lanetleyeceğini söylerken belki de aradaki tezatın farkında bile değildi. Nihayetinde argümanının altını doldurmaya çalışan "biri" vardı karşımızda; ne kadar da insan bir tanrı. En büyük, en güçlü, her şeyin yaratıcısı o tek "yüce" olmak isteyen. "Sonra, “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu” dedi, “Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” (Yaratılış 3:22)" Fakat kendisi bile yegane olduğuna inanıyor mudur ki?


Birtakım düşüncelerin sonu.

Yorumlar