Türümüzün tarihinin izini sürüyoruz. İlk katmanda bilinen en eski uygarlıklar var, altında ilkel avcıların iki buçuk milyon yılı yatıyor. Bizler, görkemli insan ırkı olarak, hayvan olmadığımıza dair ikna edici argümanlar ile kendimizi besin zincirinin en tepesine koymakta beis görmüyor ve başarı madalyaları ile dolu geçmişimize kıvanç -ve kibir- dolu bir gülümseme ile bakıyoruz. Elbette dünyanın efendisi olan bizler için ancak mağaralara hükmedebilmiş atalarımıza biçtiğimiz roller onların komik bir şekilde aptal yaratıklar olduğu yönündeydi. "Şimşek çakmış ve bunu tanrıların yaptığını düşünmüşler, ha-ha!" Ama bu yalnızca bizimle kıyaslandıkları vakit ortaya çıkan bir durumdu. Yani- elbette kocaman beyni haricinde hiçbir silahı olmayan bu türün aletler yapmış, ateşi kullanmış, sanat eserlerini meydana getirmiş ve en nihayetinde bugün vardığımız noktanın ilk adımlarını atmış olmasının onurlandırılması gerekiyordu ve bir yanımız onları içinde taşıdığı devasa gücü keşfeden kahramanlar gibi görmekten vazgeçemedi. Bu katmanın altında yatan dört milyar yıla yakın sürmüş canlı hafızası umurumuzda bile değildi ve açıkçası rahatsız edici bir karanlığa işaret ediyordu. Çünkü bizler yalnız ve muzaffer savaşçılardık, atalarımız bizden çok daha ilkel olsalar da bize yakışır nitelikler ile donanmalıydı. Korkularının üzerine gitmiş ve bilinmeyeni bilinir kılmış bu ilkelleri küçümsemeli ama soyumuzla övünme şansını da kaçırmamalıydık. İlk insanlara olan ikili bakış açımız, onlara hem tanrı hem de soytarı şeklindeki yaklaşımımız, ancak aşağılık kompleksi olarak adlandırılabilir.
İlkel.
Sanırım kavgalı olduğum sözcüklerin başında ilkel ya da diğer bir deyişle primitif geliyor. Bu konudaki ilk aydınlanmam bundan beş yıl kadar evvel İren Dicle Aytaç'tan aldığım Terminolojik Kültür Tarihi isimli derste gerçekleşmişti. İlk kez mitolojiyi insanların bir zamanlar inandığı eğlenceli masallardan daha derin bir şey olarak görmüştüm. Bunlar benim kadar zeki olmayan atalarımın doğa olaylarına getirdiği sığ açıklamalar mıydı gerçekten yoksa içlerinde trajik şekilde çarpık bir gerçeklik mi taşıyorlardı? Bu, Yirmi Birinci Yüzyıl'ın mantık kıskacından kendini kurtaramayan benimkinden çok daha farklı bir gerçeklikti ve esasında benimkisinin daha gerçek olduğunu iddia etmek için hiçbir sebebim yoktu. İkimizin de realitesi çarpıklığa boğulmuştu fakat onların çarpıklığında güzel olan bir şeyler vardı. Zihnimdeki karanlık noktalar bir şekilde kıpırdadı, sanki doğduğumdan beri unuttuğum bir şeyi hatırlamaya çalışıyor ama başaramıyor gibiydim. Bu hissin çok daha ilkel bir versiyonunu ta yedi-sekiz yaşında şu kitabı okurken de yaşardım. Sayfalar arasında gezinirken ruhum büyür ve bedenimden taşar giderdi ki en esaslı romanı okurken bile böyle bir şey yaşamamışımdır. Bu hissi anlamlandıramamakla birlikte tekrar ve tekrar deneyimlemek istemem neticesinde bugün aile evimdeki kitaplıkta bulunan bu kitabın sayfaları onlarca kez okunmaktan epey hor kullanılmış bir görünümdedir. Ve o zamanın mantık nedir bilmeyen çocuğu aynı kendinden geçmişliği bugün ancak mantık nedir unutacak kadar kapıldığı vakit yaşayabiliyor, yine mitolojide.
Beş yıl önce yaşadığım o esrik diye nitelendirilebilecek olan deneyim yüzü şöyle bir yalayıp geçen esintiden farksızdı çünkü oldukça sorunlu bir geç-ergenlik geçiriyordum ve dikkatimi hemen başka şeylere yöneltmekte gecikmemiştim. Aradan biraz zaman geçti, Yuah Noval Harari'nin Sapiens Hayvanlardan Tanrılara isimli kitabını okurken buldum kendimi. Yine aynı büyüleyici çarpıklık hissiyle çevrelendim. Sonra hatırlamaya çalıştığım şeyi yine unuttum -çünkü aynı problemler devam ediyordu- fakat bu defa bir şeyler gerçekten harekete geçmişti ve bir sözcük (büyü) ile tetiklenebiliyordu artık. Derken geçen sene Ernst Gombrich'in Sanatın Öyküsü isimli kitabının ilk bölümü olan Yabansı Başlangıçlar ile ödev konum olan primitif sanat bende aynı tetiklemelere sebep olunca şöyle bir durdum ve ne olduğunu bilmediğim bir şeyi aramaya başladım. Ruhunu biraz olsun bulabilmiş bir insan olduğum şu günlerde, eskiden olduğum genç kadına dönüp baktığımda şunu görüyorum: Geniş bir arazinin bilmediğim bir yerine bırakılmışım, gözlerim bağlı bir şekilde spesifik bir şey arıyorum ama aradığım şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ve onun ne olduğunu bulabilmem için büyük oranda körelmiş sezgilerim hariç hiçbir şeye sahip değilim.
Öncelikle büyük oranda varoluşçu bir insan olarak bu fikri kabullenmek benim için oldukça sancılı idi. Jean-Paul Sartre benim peygamberim gibiydi ve yaşadığım bütün çatışmanın özgürlüğün açtığı uçurumun önünde duyduğum bunaltılı baş dönmesinden kaynaklandığı ayetine körü körüne bağlıydım. Biz insanlar bir nevi tabula rasa idik ve içimizdeki boşluğu özgür irademizle doldurmak yerine bizim için hazırlanmış bir anlama ulaşma hayaline kapıldığımız için böylesine amaçsız hissediyorduk. Oysa kendi nedenimizi kendimizin yaratabileceğini algılayabilseydik sorun kalmazdı. İmdi, tetikleyicimi keşfetmek kendi anlamını kendisi yaratan bir insan olduğum fikri ile had safhada çelişmiyor muydu? Bir dogmayı terk etmek çok zordur çünkü kişi kaleydoskopunu çıkardığı anda gördüğü uçsuz bucaksızlık karşısında nefesi kesilmiş bir şekilde titremekten alamaz kendini. Ya bunu sindirebilmek gerekir ya da yerini hemen bir başka dogma ile doldurabilmek. Sanırım benim ikinci peygamberlerim sezgilerimi izleyerek vardığım noktada Friedrich Nietzsche, Carl Jung ve Joseph Campbell oldu. Özellikle jenerasyonun son halkası Joseph Campbell'in diğer ikisine durmaksızın atıfta bulunuyor olması ile birlikte şunu diyebildim: Evet, varmam gereken noktalardan birisi ve belki sonuncusu işte buydu. Çünkü bir şekilde bu insanlardan çok farklı bir hayata sahip olsam da onların yazdığı şeyler sürekli sezip de bir türlü anlamlı bütünlere dönüştüremediğim bütün o fikirlerin sistemleşmiş haliydi. Gözlerim bağlı bir şekilde spesifik bir şey aramış ve onun ne olduğunu bilmediğim halde bulmuştum. Kadercilik? Hayır. Ben sadece bazılarımızın belki de ortak ruhlar taşıdığına inanıyorum. Ve bu ruhların bizi getirdiği noktada büyük işlere de imza atabiliriz, adımız torunlarımızın hafızası ile sınırlı da kalabilir. Alnıma yazılı olanı gerçekleştirdiğim fikri hala son derece saçma geliyor. Ben ruhumun ait olduğu yeri buldum ve artık dehşet içerisinde aranmak yerine etrafımı sakince izleyerek yürüyorum.
Konunun başına dönersek, Carl Jung'un Keşfedilmemiş Benlik isimli kitabının başında Arkaik İnsan isimli bir makale vardır. Bu makale esasında Türkçeye bütün olarak çevirisi yapılmamış Modern Man in Search of a Soul (Ruhunu Arayan Modern İnsan) isimli kitaba aittir. Çevirmen, Barış İlhan, önsöze çok önemli olduğunu ve mutlaka okunması gerektiğini düşündükleri bu makaleyi kitaba özellikle eklediklerini belirten bir not düşmüştür. Makale biz ortalama bireylerin, yani akademide olmayanların anlayabileceği bir dilde yazılmıştır ve Jung'un anlatımını ancak "zarafet dolu bir şekilde akıcı" diye niteleyebilirim. Dolayısıyla herkesin okuması gerektiği kadar esasında herkesin okuması içindir de. Kitaba erişiminiz yok ise şuradan ilk iki podcasti dinleyebilirsiniz. Makalede kısaca arkaik insan ile modern insanın düşünme biçimi bakımından farklılıkları ve modern insanın bilinçdışı düzeyde taşıdığı arkaiklik anlatılıyor. Fakat biz bu makaleyi en iyi şekilde anlayabilme işini şansa bırakmak istemediğimiz için öncelikle yine halk için yazılmış Yuah Noval Harari'nin Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara kitabında anlattığı birtakım kilit bilgileri gözden geçirmeliyiz.
Türümüzün tarihinin izini sürüyoruz. Uygarlığın bulunduğu ilk katmanın altındaki ikinci katmanın epeyce bir derinliklerine iniyoruz. Şimdi, iki milyon yıl öncesindeyiz.
İnsanlığın kısa bir öyküsü.
Homo sapiensin dünyayı adımlamış yegane insan türü olmadığı günümüzün dünyasında şaşırtıcı bir bilgi değildir, ilk neandertal fosilleri bir asrı aşkın süre evvel bulunmuştu. İlk dik duran insan türünün homo erectus, ilk alet kullanıcılarının ise homo habilis olarak adlandırıldığı gibi bilgiler ise artık genel kültür olarak kabul edilir. Fakat zamanı çizgisel olarak ele aldığımız gibi evrimi de düz ilerleyen bir çizgi olarak görmeye öyle eğilimliyiz ki- burada garipsediğim şey bunu yalnızca insan söz konusu olduğunda yapmamızdır. Sözgelimi oldukça aşina olduğumuz Kedigiller ailesinin Panthera (aslan, kaplan, jaguar vb.) ve Felis (evcil ve yabani kediler) gibi cinslerden oluştuğunu ve örneğin Felis cinsinin içerisinde pek çok tür barındığını biliyoruz. Bu türler, bazıları zaman içerisinde sahneden silinse de aynı anda dünya üzerinde varolabiliyorlar ve bu bize garip gelmiyor. Fakat insan söz konusu olduğunda homo sapiens bir varış noktası gibi düşünülüyor. Bunun nedeni yalnız olmamız mıdır?
Dünya üzerinde şimdiye dek yaşamış bazı insan türlerinin zaman çizelgesi. |
Floresiensis, neanderthalensis ve sapiens'in beyün hacimlerinin kıyaslanması. |
Kolektif bilinçdışı ve ruh hafızası.
Jung'un Analitik Psikoloji Kuramı'nı gösteren diyagram. |
Neandertallerin ölü gömme ritüelleri. |
İspanya'nın çeşitli mağaralarında bulunan kırmızı boyalı sarkıt-dikitler, boyanmış deniz kabukları, el şeklinin yanında bir adet duvar resmi; cenaze törenleri ve ritüelistik yamyamlık göz önüne alınınca onların soyut düşünebildiklerine dair yeterince güçlü bir varsayıma sahip olmamızı sağlıyor. Almanya'da Petershöhle mağarasında bulunan dikkatle yerleştirilmiş beş ayı kafatası onların ilk inançlarını hayal etmemizi kolaylaştırıyor. Daha önce de değinildiği gibi; kocaman beyinleri -ki neandertallerin beyin hacmi bizimkinden büyüktür!- yani gayet de düşünebilme yetenekleri olan insanlar uzun bir zaman boyunca besin zincirinin zavallı üyeleri konumundaydılar ve bu açıdan hayvanlar onlar için korkulması ve saygı duyulması gereken varlıklardı -bu insanlığın ilk inancı; hayvan efendi kültünü doğurmuştur ve insanlar ustalıklı ok ve yayları ile hayvanlar alemine hükmettikleri zamanlarda bile onların yüce ruhlar olduğuna inanmaya devam etmişlerdir. Öyle ki Levi-Brühl'ün mistik katılım (participation mystique) diye adlandırdığı o gizemli ortaklık, yaban ruhu, hayvan ile insanın özdeşleşmesi şeklinde doruğa ulaşmıştır. İlkel bir insan "kaplan ruhu" taşıdığını söylediğinde cesur olduğunu ima etmez çünkü o, gerçekten bir kaplanın ruhunu taşıdığına inanmaktadır. Yine Büyük Av Mitolojisi için kabilenin atası olduğuna inanılan totem hayvanı büyük bir önem taşır. Mağara ayılarının kış uykusu esnasında insanlar ile aynı evi paylaştığı yalnızca bir varsayımdır ama artık bilimin ışığında neandertallerin uyuyan veya yeni uyanmış, savunmasız durumdaki mağara ayılarını öldürdüğünü biliyoruz. (İlgili haber) İlk varsayımı doğru kabul ettiğimizde onlara kolay besin sağlayan bu canlılar ile bir de ortak yaşam alanını paylaşmanın psikolojilerinde doğurduğu etki ne olurdu? Bence ayıları onların varlığını devam ettirmelerini sağlayan bir çeşit tanrı gibi görürlerdi. Bu bağlamda, insanlığın ilk inancı Ayı Efendi olabilir mi?
La Pasiega mağarasında 65.000 yıl öncesine tarihlenen duvar şekilleri. |
- Joseph Campbell, İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi Yayınları
- Carl G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, İlhan Yayınevi
- Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens, Kolektif Kitap
- Paleolitik Dönemde İnsan Türleri
- Paleolitik Çağda Mezarlar ve Ölüm Kavramı
Yorumlar
Yorum Gönder