ANTROPOLOJİDEN MİTOLOJİYE 1: İlk insanlar, kolektif bilinçdışı, neandertaller ve ilk soyut düşünce.

Türümüzün tarihinin izini sürüyoruz. İlk katmanda bilinen en eski uygarlıklar var, altında ilkel avcıların iki buçuk milyon yılı yatıyor. Bizler, görkemli insan ırkı olarak, hayvan olmadığımıza dair ikna edici argümanlar ile kendimizi besin zincirinin en tepesine koymakta beis görmüyor ve başarı madalyaları ile dolu geçmişimize kıvanç -ve kibir- dolu bir gülümseme ile bakıyoruz. Elbette dünyanın efendisi olan bizler için ancak mağaralara hükmedebilmiş atalarımıza biçtiğimiz roller onların komik bir şekilde aptal yaratıklar olduğu yönündeydi. "Şimşek çakmış ve bunu tanrıların yaptığını düşünmüşler, ha-ha!" Ama bu yalnızca bizimle kıyaslandıkları vakit ortaya çıkan bir durumdu. Yani- elbette kocaman beyni haricinde hiçbir silahı olmayan bu türün aletler yapmış, ateşi kullanmış, sanat eserlerini meydana getirmiş ve en nihayetinde bugün vardığımız noktanın ilk adımlarını atmış olmasının onurlandırılması gerekiyordu ve bir yanımız onları içinde taşıdığı devasa gücü keşfeden kahramanlar gibi görmekten vazgeçemedi. Bu katmanın altında yatan dört milyar yıla yakın sürmüş canlı hafızası umurumuzda bile değildi ve açıkçası rahatsız edici bir karanlığa işaret ediyordu. Çünkü bizler yalnız ve muzaffer savaşçılardık, atalarımız bizden çok daha ilkel olsalar da bize yakışır nitelikler ile donanmalıydı. Korkularının üzerine gitmiş ve bilinmeyeni bilinir kılmış bu ilkelleri küçümsemeli ama soyumuzla övünme şansını da kaçırmamalıydık. İlk insanlara olan ikili bakış açımız, onlara hem tanrı hem de soytarı şeklindeki yaklaşımımız, ancak aşağılık kompleksi olarak adlandırılabilir. 


İlkel.


Sanırım kavgalı olduğum sözcüklerin başında ilkel ya da diğer bir deyişle primitif geliyor. Bu konudaki ilk aydınlanmam bundan beş yıl kadar evvel İren Dicle Aytaç'tan aldığım Terminolojik Kültür Tarihi isimli derste gerçekleşmişti. İlk kez mitolojiyi insanların bir zamanlar inandığı eğlenceli masallardan daha derin bir şey olarak görmüştüm. Bunlar benim kadar zeki olmayan atalarımın doğa olaylarına getirdiği sığ açıklamalar mıydı gerçekten yoksa içlerinde trajik şekilde çarpık bir gerçeklik mi taşıyorlardı? Bu, Yirmi Birinci Yüzyıl'ın mantık kıskacından kendini kurtaramayan benimkinden çok daha farklı bir gerçeklikti ve esasında benimkisinin daha gerçek olduğunu iddia etmek için hiçbir sebebim yoktu. İkimizin de realitesi çarpıklığa boğulmuştu fakat onların çarpıklığında güzel olan bir şeyler vardı. Zihnimdeki karanlık noktalar bir şekilde kıpırdadı, sanki doğduğumdan beri unuttuğum bir şeyi hatırlamaya çalışıyor ama başaramıyor gibiydim. Bu hissin çok daha ilkel bir versiyonunu ta yedi-sekiz yaşında şu kitabı okurken de yaşardım. Sayfalar arasında gezinirken ruhum büyür ve bedenimden taşar giderdi ki en esaslı romanı okurken bile böyle bir şey yaşamamışımdır. Bu hissi anlamlandıramamakla birlikte tekrar ve tekrar deneyimlemek istemem neticesinde bugün aile evimdeki kitaplıkta bulunan bu kitabın sayfaları onlarca kez okunmaktan epey hor kullanılmış bir görünümdedir. Ve o zamanın mantık nedir bilmeyen çocuğu aynı kendinden geçmişliği bugün ancak mantık nedir unutacak kadar kapıldığı vakit yaşayabiliyor, yine mitolojide.


Beş yıl önce yaşadığım o esrik diye nitelendirilebilecek olan deneyim yüzü şöyle bir yalayıp geçen esintiden farksızdı çünkü oldukça sorunlu bir geç-ergenlik geçiriyordum ve dikkatimi hemen başka şeylere yöneltmekte gecikmemiştim. Aradan biraz zaman geçti, Yuah Noval Harari'nin Sapiens Hayvanlardan Tanrılara isimli kitabını okurken buldum kendimi. Yine aynı büyüleyici çarpıklık hissiyle çevrelendim. Sonra hatırlamaya çalıştığım şeyi yine unuttum -çünkü aynı problemler devam ediyordu- fakat bu defa bir şeyler gerçekten harekete geçmişti ve bir sözcük (büyü) ile tetiklenebiliyordu artık. Derken geçen sene Ernst Gombrich'in Sanatın Öyküsü isimli kitabının ilk bölümü olan Yabansı Başlangıçlar ile ödev konum olan primitif sanat bende aynı tetiklemelere sebep olunca şöyle bir durdum ve ne olduğunu bilmediğim bir şeyi aramaya başladım. Ruhunu biraz olsun bulabilmiş bir insan olduğum şu günlerde, eskiden olduğum genç kadına dönüp baktığımda şunu görüyorum: Geniş bir arazinin bilmediğim bir yerine bırakılmışım, gözlerim bağlı bir şekilde spesifik bir şey arıyorum ama aradığım şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ve onun ne olduğunu bulabilmem için büyük oranda körelmiş sezgilerim hariç hiçbir şeye sahip değilim.


Öncelikle büyük oranda varoluşçu bir insan olarak bu fikri kabullenmek benim için oldukça sancılı idi. Jean-Paul Sartre benim peygamberim gibiydi ve yaşadığım bütün çatışmanın özgürlüğün açtığı uçurumun önünde duyduğum bunaltılı baş dönmesinden kaynaklandığı ayetine körü körüne bağlıydım. Biz insanlar bir nevi tabula rasa idik ve içimizdeki boşluğu özgür irademizle doldurmak yerine bizim için hazırlanmış bir anlama ulaşma hayaline kapıldığımız için böylesine amaçsız hissediyorduk. Oysa kendi nedenimizi kendimizin yaratabileceğini algılayabilseydik sorun kalmazdı. İmdi, tetikleyicimi keşfetmek kendi anlamını kendisi yaratan bir insan olduğum fikri ile had safhada çelişmiyor muydu? Bir dogmayı terk etmek çok zordur çünkü kişi kaleydoskopunu çıkardığı anda gördüğü uçsuz bucaksızlık karşısında nefesi kesilmiş bir şekilde titremekten alamaz kendini. Ya bunu sindirebilmek gerekir ya da yerini hemen bir başka dogma ile doldurabilmek. Sanırım benim ikinci peygamberlerim sezgilerimi izleyerek vardığım noktada Friedrich NietzscheCarl Jung ve Joseph Campbell oldu. Özellikle jenerasyonun son halkası Joseph Campbell'in diğer ikisine durmaksızın atıfta bulunuyor olması ile birlikte şunu diyebildim: Evet, varmam gereken noktalardan birisi ve belki sonuncusu işte buydu. Çünkü bir şekilde bu insanlardan çok farklı bir hayata sahip olsam da onların yazdığı şeyler sürekli sezip de bir türlü anlamlı bütünlere dönüştüremediğim bütün o fikirlerin sistemleşmiş haliydi. Gözlerim bağlı bir şekilde spesifik bir şey aramış ve onun ne olduğunu bilmediğim halde bulmuştum. Kadercilik? Hayır. Ben sadece bazılarımızın belki de ortak ruhlar taşıdığına inanıyorum. Ve bu ruhların bizi getirdiği noktada büyük işlere de imza atabiliriz, adımız torunlarımızın hafızası ile sınırlı da kalabilir. Alnıma yazılı olanı gerçekleştirdiğim fikri hala son derece saçma geliyor. Ben ruhumun ait olduğu yeri buldum ve artık dehşet içerisinde aranmak yerine etrafımı sakince izleyerek yürüyorum.


Konunun başına dönersek, Carl Jung'un Keşfedilmemiş Benlik isimli kitabının başında Arkaik İnsan isimli bir makale vardır. Bu makale esasında Türkçeye bütün olarak çevirisi yapılmamış Modern Man in Search of a Soul (Ruhunu Arayan Modern İnsan) isimli kitaba aittir. Çevirmen, Barış İlhan, önsöze çok önemli olduğunu ve mutlaka okunması gerektiğini düşündükleri bu makaleyi kitaba özellikle eklediklerini belirten bir not düşmüştür. Makale biz ortalama bireylerin, yani akademide olmayanların anlayabileceği bir dilde yazılmıştır ve Jung'un anlatımını ancak "zarafet dolu bir şekilde akıcı" diye niteleyebilirim. Dolayısıyla herkesin okuması gerektiği kadar esasında herkesin okuması içindir de. Kitaba erişiminiz yok ise şuradan ilk iki podcasti dinleyebilirsiniz. Makalede kısaca arkaik insan ile modern insanın düşünme biçimi bakımından farklılıkları ve modern insanın bilinçdışı düzeyde taşıdığı arkaiklik anlatılıyor. Fakat biz bu makaleyi en iyi şekilde anlayabilme işini şansa bırakmak istemediğimiz için öncelikle yine halk için yazılmış Yuah Noval Harari'nin Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara kitabında anlattığı birtakım kilit bilgileri gözden geçirmeliyiz.


Türümüzün tarihinin izini sürüyoruz. Uygarlığın bulunduğu ilk katmanın altındaki ikinci katmanın epeyce bir derinliklerine iniyoruz. Şimdi, iki milyon yıl öncesindeyiz.


İnsanlığın kısa bir öyküsü.


Homo sapiensin dünyayı adımlamış yegane insan türü olmadığı günümüzün dünyasında şaşırtıcı bir bilgi değildir, ilk neandertal fosilleri bir asrı aşkın süre evvel bulunmuştu. İlk dik duran insan türünün homo erectus, ilk alet kullanıcılarının ise homo habilis olarak adlandırıldığı gibi bilgiler ise artık genel kültür olarak kabul edilir. Fakat zamanı çizgisel olarak ele aldığımız gibi evrimi de düz ilerleyen bir çizgi olarak görmeye öyle eğilimliyiz ki- burada garipsediğim şey bunu yalnızca insan söz konusu olduğunda yapmamızdır. Sözgelimi oldukça aşina olduğumuz Kedigiller ailesinin Panthera (aslan, kaplan, jaguar vb.) ve Felis (evcil ve yabani kediler) gibi cinslerden oluştuğunu ve örneğin Felis cinsinin içerisinde pek çok tür barındığını biliyoruz. Bu türler, bazıları zaman içerisinde sahneden silinse de aynı anda dünya üzerinde varolabiliyorlar ve bu bize garip gelmiyor. Fakat insan söz konusu olduğunda homo sapiens bir varış noktası gibi düşünülüyor. Bunun nedeni yalnız olmamız mıdır?


Dünya üzerinde şimdiye dek yaşamış bazı insan türlerinin zaman çizelgesi.


Floresiensis, neanderthalensis ve sapiens'in
beyün hacimlerinin kıyaslanması.
İlk insanlar, ki onlar homo sapiens değillerdi, iki milyon yıl evvel Doğu Afrika'dan çıkarak dünyanın çeşitli yerlerine göç ettiler. Yaşam bölgelerindeki farklılıklar -örneğin Endonezya'nın cangılları ile Kuzey Avrupa'nın karlı ormanlarını kıyaslayalım- onların farklı yönlerde evrilmesine yol açtı ve bunun sonucunda farklı türler ortaya çıktı. Avrupa ve Batı Asya'ya baktığımızda buralar Homo neanderthalensis tarafından mesken tutulmuştu. Doğu Asya'da Homo erectus vardı. Endonezya'nın Java adasında Homo soloensis, bir başka adası olan Flores'te ise Homo floresiensis bulunuyordu. Flores insanları maksimum 25 kilo ağırlığında ve bir metre boyundaki cücelerdi. Başlangıçta anakaraya ulaşımı oldukça kolay olan adada deniz seviyesi yükselince mahsur kalmışlardı ve sınırlı kaynaklardan dolayı yalnızca en küçük olanların hayatta kalabilmesi neticesinde adadaki pek çok tür gibi onlar da nesiller süren bir küçülme süreci geçirmişlerdi. Yalnızca 380 santimetreküp olan beyinlerine karşılık önemli olan bunun vücut büyüklüklerine oranı olduğu için, alet yapabiliyor ve fil dahi avlayabiliyor oluşları bizi pek de şaşırtmamalı. Doğu Afrika'da ise yine başka insan türleriyle birlikte Homo sapiens evrimine devam ediyordu. Tarih çizelgemizde biraz ilerlersek yüz bin yıl önce dünyada en az altı değişik insan türünün olduğunu ve daha on bin yıl öncesine kadar neandertaller ile sapienslerin aynı dünyayı paylaştığını biliyor olmak, yapayalnız olduğumuz bugünün dünyasında son derece ürpertici değil mi?

İnsana mahsus olan en önemli özellik onun iki ayak üzerinde dik yürümesidir. Bunun sonuçlarından biri serbest kalan ellerin karmaşık aletler yapabilecek kadar ustalaşabilmesi olsa da en önemli sonucu şu olabilir: Dik durma sonucunda daralan doğum kanalı, bebeklerin beyninin gitgide büyümesi ile birleşince doğumda ölüm oldukça yaygınlaştı ve yalnızca erken doğum yapanlar hayatta kalabildiler.

Bu noktada Joseph Campbell'in İlkel Mitoloji: Tanrı'nın Maskeleri isimli kitabının birinci kısmı Mitos Psikolojisi'nin birinci bölümü Katılımsal İmge Bilmecesi başlığı altında yaptığı muazzam derlemeden faydalanmaya başlayabiliriz. Aslında yaptığımız şey temelde arkaik mitolojinin altyapısını oluşturmak ve yalnız arkaik insanları değil kendimizi de anlamaya yönelik ilk adımı atmaktır. Çünkü mitolojinin tamamen olmasa da büyük oranda psikolojik bir süreç olduğu konusunda Carl Jung ve Joseph Campbell hemfikirdir ve kolektif bilinçdışı - bir nevi ruhsal içgüdüler- devreye girdiği sürece bu psikolojik sürecin çoktan içimizde bulunduğunu iddia etmek pek mantıksız olmaz. Kısacası antropolojiden mitolojiye ve ondan da psikolojiye giden köprüyü kurabilmek için sağlam temeller atıyoruz.


Kolektif bilinçdışı ve ruh hafızası.



Bütün yazarlar erken doğum noktasında benzer örnekler verirler: Bir tayın doğduğundan çok kısa bir süre sonra yürüyebilmesi, bir kedinin henüz iki aylıkken bütün ihtiyaçlarını tek başına giderebiliyor hale gelmesi... İnsan ise çok uzun bir süre boyunca bakıma muhtaç bir varlıktır. Yalnızca yürümesi bile bir yıl alır. Biyolojinin ortak görüşü de insanın en az bir yıl erken doğduğu yönündedir. Tüm türler gelişimlerini ana rahminde tamamlarken insan toplum içerisinde tamamlar. Örneğin yavru bir civciv, doğan gördüğü anda kaçar ki bu diğer kuş türlerine göstermediği bir tepkidir. Bu öyle kalıtımsal bir bilgidir ki bir anda doğanların nesli tükense dahi bu civcivlerin çocuklarının çocukları bile doğana benzeyen bir gölge gördüklerinde saklanmaya devam edeceklerdir. Hayvanlar çevrelerindeki dünyayı deneyimlemedikleri halde bilirler. Kedim henüz minicik bir bebekken annesini kaybetti ve bir el büyüklüğünde olduğu günlerden beri sokağa hiç çıkmadı, hayatında bir başka kediyle iletişim kurmuş da değil fakat kuş sesi duyduğunda gösterdiği tepkilerden avlanma antrenmanlarına dek her bir tepkisi diğer kedilere benziyor. İnsanlarda ise içgüdü yoktur demek daha doğrudur, büyük oranda deneyim sonucunda biliriz. Tüm insanlarda ortak bazı davranışların hiç olmadığını söyleyemeyiz ancak hangi tepkilerimizin kalıtımsal hangilerinin kültürel koşullanma olduğu noktasında büyük tartışmalar doğabilir. Dolayısıyla bütün canlılarda bulunan klişeleşmiş uyarı mekanizmalarının -yani doğuştan gelen güvenlik kilitli içgüdüsel tepkilerin- anahtar-kilit gibidir; bu yüzden kuşların göç yolu ve örümceklerin çiftleşme dansı gibi sabit hareketler zinciri var. Fakat bizde bunlar çok daha az tutucular. Ve elbette çok daha az güvenilirler çünkü bize doğada ne yapmamız gerektiğini söylemiyorlar fakat doğa ile ne yapabileceğimizi hayal edebilmemizi sağlıyorlar. Bilgiyi denetleyebiliyoruz, yeni imgeler yaratabiliyor ve formları düzenleyebiliyoruz; bu prematürlüğümüzün muazzam sonucudur.


Bakıldığında içgüdüsel tepkilerin ki insanda daha çok refleks diye adlandırdığımız hareketlerdir;  bebeğin el ve ayak parmaklarıyla bir şeyleri kavrama refleksi veya yetişkinlikte de görülen moro (uykuda sıçrama) refleksi gibi, evrimsel sürecin mirası olduğuna dair güçlü bir düşünce vardır. Yaş ilerledikçe bu gibi reflekslerin çoğu kaybolsa da örneğin yükseklik korkusunun sonradan öğrenilmediği tezi yapılan deneyler ile güçlülük kazanmıştır. Öte yandan sanat, inanç sistemleri, siyaset ve daha pek çok şeyi Homo Erectus'un dik yürümesine borçlu olduğumuza inanıyorum ve bunlar reflekslerden pek de geri kalmayan bir işaret uyarısı çevresi yaratmıştır. Örneğin inanç, aşk ve yurtseverlik gibi imgelerin en ileriye gidebildiği noktada vücudun inilti, çığlık ve şiddet gibi tepkiler veriyor olması ve bunun evrenselliği. Bununla birlikte ileride sıkça referans verileceği gibi birbiriyle herhangi bir kültürel alışverişi olmayan insan gruplarının dünyanın uç noktalarında dahi aynı simgeleri kullanıyor oluşları bizleri Jung'un kolektif bilinçdışı kuramına götürüyor.


Jung'un Analitik Psikoloji Kuramı'nı gösteren diyagram.


Jung bilinçdışını kişisel ve kolektif olarak ikiye ayırıyor. Kişisel bilinçaltı, kişisel deneyimlerden kaynaklanan bastırılmış anılara işaret eder ve Dr. Freud'un temel çalışma alanı olmakla birlikte konumuz ile -şu anlık- bir ilgisi yoktur. Kolektif bilinçaltı ise daha önce duymuş olabileceğiniz arketipleri içerir. Arketipler insanlık boyu sayısız benzer deneyimin yoğunlaşması ile içgüdülerimizin ruhsal halini oluştururlar. Bunlar mitolojide, hikayelerde, ritüellerde ve daha pek çok alanda açığa çıkarlar. Bunu ilk ortaya atan esasında Jung değildir, Adolf Bastian da kendi kuramında birincil fikirler diye adlandırdığı ve bütün insanlarda ortak, değişmez bazı görüşlerden bahseder. Bunlar çeşitli kültürlerce farklı ifade edildiğinden hiçbir yerde saf bir şekilde bulunmazlar.

Campbell'in bütün bu bilgileri verdikten sonra bizi getirmek istediği sonuç sanıyorum ki mitolojinin bilinçdışının bir yansıması  ve aslında insanın bilincinden bir kaçış noktası olarak doğmuş olduğudur. Büyü amacıyla duvarlara çizilen ilk resimler mağaraların labirent gibi karmaşık yollardan geçilerek gidilen en karanlık bölgelerinde bulunuyordu ve bu tercih bilinçlidir. Sanat, bilimin aksine ilişkiler mantığı kurmak ile değil bu mantıktan kurtularak anlık deneyim yaşamak için yapılır. Ve mağaralar zaman-mekan ilişkisinin kaybolduğu, tıpkı bilinçdışı gibi karanlık ve aslında ürkütücü alanlardır. İnsan avcılığı bıraktıktan sonra sanat ve mitolojide bu defa anlatım yönünden kompleks ve dolambaçlı yolları tercih etmiştir çünkü ilk defa artık içgüdülerini bastırmak ve toplum içerisinde kendisine bir rol seçerek persona yaratmak zorunda kalmıştır, diyebilir miyiz?

Mitossuz arkeoloji.


Davranış yönünden büyük oranda maymun olsalar da tanrılaşma potansiyeli taşıyan atalarımızın iki milyon yıl evvel Afrika'dan dünyaya yayılmaya başladığını, farklı türlerden insanların çeşitli bölgeleri mesken edindiğini, on bin yıl önceye kadar neandertaller ile sapienslerin liderlik yarışında olduklarını artık biliyoruz. İnsanın doğayı adım adım ele geçirişinin öyküsünü böbürlenerek anlatmadan önce, davranış bakımından "büyük oranda maymun" olduğunu varsaydığımız tanrılaşma yolundaki atalarımızın çektiği sefaletten de söz etmek gerekiyor. Beyin büyüdükten sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi mi? Aletler yapıldığı gibi insan bulunduğu habitatta müthiş bir avantaj mı elde etti? 

Avrupa'daki en eski insan izlerinin bulunduğu, alt paleolitik dönemin en önemli merkezi Yarımburgaz Mağarası (Antalya) sorularımızın pek çoğunun cevabı için anahtar niteliğinde bir bölgedir. Mağarada taş aletlerin yanında fosil mağara ayısı kemikleri bulundu ve bunların hiçbirinde insanlar tarafından yapılmış herhangi bir kesik izine rastlanmadı. Söylenmesi gerekir ki mağara ayılarının otçul olduğuna dair güçlü deliller vardır -yani insanlar için ciddi bir tehdit değillerdi. Kış aylarını uyuyarak geçirir, baharda mağaralarından çıkarlardı. Bu durumda kış boyunca yanlarında ayılar uyurken taşlarını sivrilten erkekler ve bebeklerini emziren kadınlar mı imgelemeliyiz? Bu durum insan psikolojisinde derin ve travmatik bir etkide bulunuyor olmalıydı. Ayı kafatası kültünün bununla bir ilişkisi var mıydı?

Bunun dışında alt paleolitik dönem insanlarının en karakteristik özellikleri leş yiyicilik ve yamyamlıktır. İlk taş aletlerin temel işlevi kemikleri kırarak kemik iliğini almaktı. Düşünün; bir hayvan -saldırı ya da başka bir sebepten- öldüğünde cesedini önce en güçlü hayvanlar yer. Onun yemeye tenezzül etmediği parçalar sırtlan ve çakallar tarafından yağmalanır. En sonunda diğerleri bölgeden uzaklaştığında siz, hala daha potansiyel saldırılardan korkarak yaklaşır ve payınıza düşen ile yetinirsiniz. Bu elbette her zaman yeterli gelmez ve türdeşlerinizi yemek zorunda kalırsınız -dahası, bu sizin dünyanızın doğal gerçekliğidir. Yamyamlık öylesine gelenekselleşmiştir ki artık kaynak kısıtlılığı ortada kalmayınca bile ziyafetlerin ritüelistik yönünü oluşturmuştur.  


Ateş, ilk defa Pekin Adamı (Sinanthropus pekinensis) tarafından sistemli bir şekilde kullanılmaya başlandı ki bu c. MÖ 400.000'e tekabül eder. Bu dönemde deniz seviyesi oldukça düşük olduğundan, bazı hayvanların yaptığını bildiğimiz gibi insanın da ilk kez Amerika'ya gitmiş olması muhtemel görünüyor; bunun en büyük destekleyicilerinden biri Güneydoğu Asya'nın bazı halkları ile Amerika ilkelleri arasında yalnız kültürel değil ırk olarak da bağ bulunmuş olmasıdır. Büyük Prometheus'umuz, Campbell'in deyişiyle tam bir ekonomik materyalistti çünkü varlığının sürdüğü 300.000 yıl boyunca tek bir sanat eseri bile ortaya çıkarmadı. Yine de onların 60 cm'lik ve avlanmak için asla kullanılamayacak ritüelistik baltalar yapmış olmaları inancın ilk kırıntıları olarak görülebilir.


İnanca dair ilk kesin kanıtları neandertaller ile buluyoruz. Öncelikle bilinmelidir ki beyinleri 1250-1725 santimetreküp hacmine sahiptir -bugün yaşayan insanlarınkinden daha büyüktür. Onların bizden daha aptal olduğunu iddia etmek için en ufak bir kanıtımız yoktur. Ok ve yayı henüz icat etmemişlerdi; bumerang ve fırlatma sopası kullanıyorlardı. Mamut, gergedan, bizon, geyik, boz ayısı, mağara ayısı ve yabani kedi avlıyorlardı. Bununla birlikte ritüelistik yamyamlık yapıyorlardı; kafataslarını kesip beyin yiyorlardı. Fakat bütün insanlar alet kullanıyordu ve buzul çağının mağaralarında yamyamlık da pek sıradışı bir durum değildi. Esasında neandertallerden önce yaşamış arkaikleri bizden ziyade hayvanlara benzetmemiz pek de yanlış olmayabilir. Çünkü insan olmayı, bugünün bakış açısıyla, yalnızca iki ayak üzerinde yürümek ve alet yapmaktan ibaret olarak mı görüyoruz? Aradığımız şey her zaman çok daha farklıdır. Evet, bunlar da bize has niteliklerdir ancak hiçbir şeyi hayal kurmak, imgeler yaratmak ve inanmak ile eşdeğer tutmayız. İç hiyerarşimizde bile ruhumuzu bedenimizden daha yukarıya koyarız çünkü esasında en özel olanın o olduğuna eminizdir. Bütün insanlık boyunca bunu ilk yapanlar neandertal kuzenlerimizdi; soyut düşünce, sanat ve inancın mucidi onlardır.

Ayı mağaraları ve cenazeler.

Mitolojinin kökenlerini araştırmak için çıktığımız yolculukta nihayet duraksayıp nefes alabileceğimiz bir nokta bulduk. Orta Paleolitik dönem son derece sıradışıdır; günümüzden c. 250.000-45.000 yıl öncesine tekabül eder. Bu dönemde yaşayan insanlar arasında en öne çıkan tür Avrupa buzullarında hayat ve ölüm döngüsünü anlamlandırmaya başlayan neandertallerdi. Ölü gömme geleneği ilk defa onlar arasında ortaya çıkmıştı ve kuvvetle muhtemel büyü amaçlı yapılmış mağara resimlerinin de aynı zamana rastlıyor olması bizi pek çok konuda düşündürüyor.  Fransa'da bulunan La Moustier mağarasındaki mezarlarda bulunan neandertal cesetleri balta, takı gibi paleolitik araç-gereçler ile birlikte gömülmüştü; eşya ile birlikte gömülme ritüeline öteki yaşam inancına sahip pek çok kültürde rastlıyoruz. Dahası, cesetler kasıtlı bir şekilde cenin pozisyonunda gömülüydü; sanki ölmüş değil de uyuyorlarmış gibi ve dahası, anne karnında gibi. Ölümü yeniden doğuş olarak mı görüyorlardı? Ölen başka bir dünyaya mı gidiyordu yoksa bu dünyada başka bir bedende mi doğuyordu? Bir Karibu Eskimosu olan şaman Injugarjuk şöyle demişti: "Yaşam sonsuzdur. Yalnızca ölümden sonra hangi biçimde ortaya çıkacağımızı bilmiyoruz." Arkaiklerin dışarıdan müdahaleye maruz kalmadıkları sürece alışkanlıklarını devam ettirmek konusunda son derece katı bir tutumları vardır; bugün hala varlığını sürdüren ilkel kabilelerin pek çok geleneğinin izini sürmek bizi mağara avcılarına götürür. 

Neandertallerin ölü gömme ritüelleri.


İspanya'nın çeşitli mağaralarında bulunan kırmızı boyalı sarkıt-dikitler, boyanmış deniz kabukları, el şeklinin yanında bir adet duvar resmi; cenaze törenleri ve ritüelistik yamyamlık göz önüne alınınca onların soyut düşünebildiklerine dair yeterince güçlü bir varsayıma sahip olmamızı sağlıyor. Almanya'da Petershöhle mağarasında bulunan dikkatle yerleştirilmiş beş ayı kafatası onların ilk inançlarını hayal etmemizi kolaylaştırıyor. Daha önce de değinildiği gibi; kocaman beyinleri -ki neandertallerin beyin hacmi bizimkinden büyüktür!- yani gayet de düşünebilme yetenekleri olan insanlar uzun bir zaman boyunca besin zincirinin zavallı üyeleri konumundaydılar ve bu açıdan hayvanlar onlar için korkulması ve saygı duyulması gereken varlıklardı -bu insanlığın ilk inancı; hayvan efendi kültünü doğurmuştur ve insanlar ustalıklı ok ve yayları ile hayvanlar alemine hükmettikleri zamanlarda bile onların yüce ruhlar olduğuna inanmaya devam etmişlerdir. Öyle ki Levi-Brühl'ün mistik katılım (participation mystique) diye adlandırdığı o gizemli ortaklık, yaban ruhu, hayvan ile insanın özdeşleşmesi şeklinde doruğa ulaşmıştır. İlkel bir insan "kaplan ruhu" taşıdığını söylediğinde cesur olduğunu ima etmez çünkü o, gerçekten bir kaplanın ruhunu taşıdığına inanmaktadır. Yine Büyük Av Mitolojisi için kabilenin atası olduğuna inanılan totem hayvanı büyük bir önem taşır. Mağara ayılarının kış uykusu esnasında insanlar ile aynı evi paylaştığı yalnızca bir varsayımdır ama artık bilimin ışığında neandertallerin uyuyan veya yeni uyanmış, savunmasız durumdaki mağara ayılarını öldürdüğünü biliyoruz. (İlgili haber) İlk varsayımı doğru kabul ettiğimizde onlara kolay besin sağlayan bu canlılar ile bir de ortak yaşam alanını paylaşmanın psikolojilerinde doğurduğu etki ne olurdu? Bence ayıları onların varlığını devam ettirmelerini sağlayan bir çeşit tanrı gibi görürlerdi. Bu bağlamda, insanlığın ilk inancı Ayı Efendi olabilir mi?

La Pasiega mağarasında 65.000 yıl öncesine
tarihlenen duvar şekilleri.

Neandertallerden sanatın ve inancın mucidi diye bahsederken tabii ki onların bugün ile kıyaslanabilecek kadar incelikli işlere imza attığını kastetmiyorum. Onların duvar resimleri, ki hangi amaçla yapıldıkları bile şüphelidir, geometrik denebilecek birkaç çizgiden ibaretti. Fakat bütün başarıları homo sapiense yükleyen ve neandertalleri insan tarafından yok edilmiş kaba insanımsılar olarak niteleyen bakış açısının ne denli temelsiz olduğunu görebiliyor muyuz? Ölülerini çiçekler, takılar ve silahlar ile gömmeleri onların ölüm üzerine kafa yoran, ileri gitmek gerekirse, ilk filozoflar olduğunu bile gösterebilir. Orta Paleolitik'te Avrupa'da neandertaller bunları yaparken homo sapienslerin ataları da Afrika'da aşağı yukarı aynı öteki dünya inancına sahip oldular ve 60.000 yıl önce neandertaller ile karşılaştıklarında onları dünya sahnesinden sonsuza dek sildiler. Tabii ki doğa güçlünün zayıfı elediği bir düzen üzerine kuruludur ve dahası, doğanın yegane kuralı da budur. Ama ben yine de bugün dünyada tinsel boyuta sahip yegane tür olmadığımız bir senaryonun hayalini kurmadan edemiyorum. Neandertaller bir koldan, sapiensler bir koldan yaşamaya devam edebilseydi -bir şekilde birlikte var olabilselerdi- iki türden biri diğerini köleleştirir miydi yoksa tam tersi, yalnız kalmışlığın getirdiği paranoya hissi ile kendi ırkına düşman olmuş bizler eşitlik dolu bir ütopyada mı yaşardık? Belki de iki farklı krallık gibi olurduk ve onlar da bizim gibi olurdu, hiçbir şey değişmezdi.

Yine de bugün ayak bastığımız topraklarda bir zamanlar bizim kadar akıllı fakat bizden farklı bir tür olan başka insanların yaşadığını bilmek bir şekilde trajik değil mi?

Gelecek bölümde neandertallerin nasıl yok olduğunu ve bugün dahi sanat olarak adlandırabileceğimiz ilk ürünlerin nasıl ortaya çıktığını anlatmayı planlıyorum. Daha sonrasında Jung'un makalesine dönüş yapacağız. Makalede verilen tüm bu detaylar sonrası için çok önemli olmasının yanında bence sonrası hiç olmayacak olsa bile bilinmeliydi çünkü bu, insanlar olarak bizim hikayemizdir. 


KAYNAKÇA:

  1. Joseph Campbell, İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi Yayınları
  2. Carl G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, İlhan Yayınevi
  3. Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens, Kolektif Kitap
  4. Paleolitik Dönemde İnsan Türleri
  5. Paleolitik Çağda Mezarlar ve Ölüm Kavramı

Yorumlar