ANTROPOLOJİDEN MİTOLOJİYE 2: Cro-Magnonlar, pariyetal sanat, ilk şamanlar.

1. BÖLÜM İÇİN



Cro-Magnonlar ve dilin gücü.


100 bin yıl önce Afrika'dan Doğu Akdeniz'e göç eden sapiensler neandertaller ile ilk karşılaşmalarını üzücü bir şekilde kaybettiler ve bölgeden çekilmek zorunda kaldılar. Mağaralarda saklanan, leş yiyicilikte yetinen insan tasvirinden çok uzaktayız; neandertaller, yapılan araştırmalara göre açık alanda oldukça esnek bir şekilde hareket edebilen insanlardı. Ölülerini ritüelistik bir şekilde gömüyor olmaları ve duvarlara sanatın ilk çiziklerini atmaları, sofistikeleşme yolunda adım atan bilişsel becerileri olduğunu gösterir. Muhtemelen bulundukları Ortadoğu coğrafyasını çok iyi tanıyorlardı ve bölgelerini işgal eden yabancılara karşı bariz biçimde avantajlıydılar. Bununla birlikte o dönemde anatomik anlamda "bizim gibi" olarak niteleyebileceğimiz sapienslerin bir neandertallerden daha gelişmiş bilişsel becerileri olduğuna dair herhangi bir kanıtımız yoktur. Fakat bir noktada, 70 bin yıl önce, belki beyinde gerçekleşen bir mutasyondan dolayı sapiensler inanılmaz bir ilerleme katetti. İkinci kez Afrika'dan çıkışları ilkine hiç benzemedi. Bugün bütün yakın akrabaları dünya sahnesinden silinmiş olmasına rağmen o var olmakla kalmadı, dünyanın efendisi oldu. Neandertaller ile ikinci karşılaşmasını ezici bir üstünlükle kazanmasını sağlayan bu gücün kaynağı neydi?


Cro-Magnon kıyafetleri buna benziyor olmalı.
 Üst paleolitik dönemde Afrika'dan çıkarak dünyaya yayılmış Cro-Magnonları sapienslerin ilk ırkı olarak kabul ederiz; onlar, gerçek anlamda büyük büyük büyük büyük... baba ve annelerimizdir. Yapılan araştırmalar Cro-Magnonların bugünkü bir insan kadar sofistike olarak nitelendirilebileceğini gösteriyor. Mahrem yerlerini bez parçaları ile kapatan mağara insanı görünümünden oldukça farklıdırlar; 20.000 yıl önce iğnenin bulunması ile birlikte, bugün bile etnik biçimde hoş bulunacak kıyafetler giymeye başladılar. Ayakkabı da giyiyorlardı. Boyları bizimki ile neredeyse aynıydı; ortalama 180-185. (Modern insanın boyu ortalama 175'tir) Bitkileri şifa amaçlı kullanabiliyor ve dişçilik yapabiliyorlardı. Konuşma becerileri bizimki kadar gelişmişti. Ortalama ömürleri kırk seneydi. Otuz kişilik kabileler halinde ve açık arazilerde çadır kurarak yaşıyorlardı. Buna karşılık, mağaraların labirent gibi zorlu yollardan geçerek ulaşılabilen derinliklerine resimler çiziyor ve bulgulara göre resim çizdikleri yere uzun süre uğramıyorlardı.


Öğrendiklerimizi değerlendirelim. Öncelikle ilk kez bugünün dünyasına rahatça adapte olabilecek insanlar ile karşı karşıyayız. Gerek öğrenme becerisi gerek dil yatkınlığı bakımından Cro-Magnon bir bebek toplumumuzda büyüseydi en ufak bir zorluk çekmezdi. İkincisi kabilelerinin maksimum otuz kişiden oluşması bize az gibi gelse de oldukça anlaşılabilir bir durumdur. Bugün diğer insan türlerinin -kardeşlerimizi, kuzenlerimizin- olmadığı dünyamızda en yakın akrabalarımız goril ve şempanzelerdir ve davranış modellerimiz rahatsız edici oranda benzerlik gösterir. Şempanzeler de 20-50 kişilik gruplar halinde yaşarlar; eğer grup bir sebepten büyürse sosyal dengede bozulma yaşanır ve nihayetinde ikinci bir grup ortaya çıkar. Farklı gruplar nadiren işbirliği yaparken genelde savaşırlar. Bu savaşlar yıllar sürebilir ve bazen soykırımla sonuçlanabilir. İnsanlar da muhtemelen kendi aralarında kaynaktan dolayı anlaşmazlık yaşadıkları için dağınık ve küçük gruplar şeklinde yaşamayı tercih ediyorlardı. Bunun avantajları elbette kabile liderinin herkesi kolayca yönetebilmesi, rahat hareket edebilmek ve kaynak sıkıntısı çekmemekti. Fakat uzak kabileler arasında kullanılan birebir aynı teknikler ve aletler bize bu kabileler arasında bilgi alışverişi olduğunu gösterebilir. Demek ki gerektiği yerde işbirliği yapabiliyor ve iletişim kurabiliyorlardı. Kendi aralarında kavga ediyor olabilirlerdi ama düşman neandertal, yani daha uzak bir akraba olduğunda güçlerini birleştirmiş olabilirler miydi? Bugün de aile, mahalle, ırk, din vb. noktasında yakınlık taşıyan bireyler birbirini daha çok korurlar.


Neandertaller sapienslerden daha iyi avcılardı ve fiziksel güç bakımından da daha kaslılardı ama kabul etmek gerekir ki sapiensler iletişim ve örgütlenme gibi konularda çok daha başarılıydı. Sapiens ırkının birden sofistike hale gelmesine Bilişsel Devrim adı verilir ve bunun, daha önce de belirtildiği gibi genetik bir mutasyondan kaynaklanmış olduğu düşünülüyor. Bu noktada neandertallerin soyunun tükenmesinde Bilişsel Devrim'in rolü açıktır fakat gerçekleşme şekli konusunda değişik hipotezler mevcuttur. Öncelikle, onların düşman olup olmadığını bile bilmiyoruz. Çıkarları çatışmadıkça savaşmamış olabilirler; buna göre sapiens bilişsel becerilerinden dolayı doğal kaynakları ele geçirmekte daha başarılı olduğu için neandertaller zamanla zayıf düşüp silinmiştir -doğal seçilim. Sapiensler neandertalleri tıpkı Gombe Şempanze Savaşı'nda olduğu gibi soykırıma uğratmış olabilir. Bir başka görüş de neandertal ile sapiensin henüz çiftleşmelerini engelleyecek genetik ayrımı yaşamadığı ve ırklarının birbirine karıştığı yönündedir. Yapılan araştırmalar Ortadoğu ve Avrupa insanının %1-4 oranında neandertal geni taşıdığını kanıtlıyor ki buradan nadiren bazı neandertaller ile sapienslerin ilginç cinsel tercihlere sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz.


Elimizde taraflı da olsa herhangi bir tarih yazıcılığı olmadığı için gerçeği hiçbir zaman bilemeyebiliriz, yapabileceğimiz tek şey Cro-Magnonların çok iyi becerdiği gibi neler olup bittiğine dair birbirinden uçurum kadar farklı hikayeler kurgulamaktır. Fakat yazı olmamasına rağmen resim ve heykel vardı, üstelik bugün bile hayranlıkla bakabileceğimiz kadar güzel bir üslubun ürünüydüler. Ve artık bir inanç sisteminin varlığından içimiz rahat bahsedebildiğimiz gibi onların toplumlarına dair gerçekçi fikirler de üretebileceğimiz bir aşamaya geldik. Diyebiliriz ki mitoloji, en geç Cro-Magnonlar ile başladı.


Pariyetal sanat ve ilk "kesin" mitoloji.


Güney Fransa'dayız. Buzul çağının sona erdiği binyıllarda tundra ikliminin hakim olduğu topraklarda henüz insanlığın ateşli silahlar bulunana dek en güçlü silahı olan ok ve yay icat edilmemişti. İnsanlar hiçbir şekilde beslenme sıkıntısı çekmiyor, bizden çok daha sağlıklı bir diyet ile besleniyorlardı. Verdikleri ziyafetlerin üzerine hala daha kalan etleri daha sonra yiyebilmek için tütsülüyorlardı. Bu, onların çok akıllıca bir tekniğinin -ve ritüelinin- ürünüdür. Misk öküzü, ren geyiği, gergedan ve mamutları uçurumdan aşağı düşürdükten sonra ucu sivriltilmiş taş ve çubuklarla keserler.


Aynı tekniği bambaşka bir coğrafyada kullanan Montana Karaayak Kızılderilileri büyük bufalo sürülerini uçurumdan aşağıya atıyor ve düşenleri kesiyordu. Şaman, bir önceki gün başarısını güvence altına alabilmek için güneşe dua eder. Ertesi sabah buffalo başından yapılmış bir başlık ve elbise giyerek hayvanlara yaklaşmaya başlar. Bu esnada kabilenin erkekleri V biçiminde dizilerek etrafa saklanmıştır. Sürünün yanına giden şaman, hayvanların dikkatini çeken hareketler yapar ve onları peşinden koşturur. Sonunda, onları uçurumun kenarına sürüklediğinde çeşitli yerlere saklanmış erkekler ortaya çıkar ve bağırmaya, sallanmaya başlarlar. Bu buffaloların ödünü kopartır ve panik halinde kaçabilecekleri tek yer olan uçuruma doğru koşarlar. Çoğu ölür, bazılarının kemikleri kırılır ve bir tanesinin bile sapasağlam kaçamaması için etraflarına önceden bir set yapılmıştır. 


"Fakat bir zamanlar bir nedenle insanlar sürüyü uçuruma yönlendirememiş ve aç kaldıkları için yaşamları tehlikeye girmiş. Bir sabah su almaya giden kadın uçurumun kenarında otlayan sürüyü görmüş ve "Aşağıya atlarsanız içinizden biriyle evlenirim!" diye bağırmış, tabii ki ciddi değilmiş. Fakat birden hayvanlar uçurumdan aşağıya atlamaya başlamış ve o esnada büyük bir boğa kendisine doğru yaklaşmış. Kadın kaçmaya yeltenince boğa, "Buffalolar atlarsa biriyle evleneceğini sen söyledin," demiş ve kadının bir şey söylemesine fırsat vermeden onu alıp başka çayırlara götürmüş. 


İnsanlar buffaloları kestikten sonra genç kadının yokluğunu fark etmiş ve çok üzülmüşler. Babası ok ve sadağını aldıktan sonra kızını aramaya çıkmış. Uzun bir süre yürüdükten sonra çok yorulduğunu hissetmiş ve çamur birikintisinde yuvarlanan küçük bir buffalo sürüsünün yanında mola vermeye karar vermiş. Kara kara ne yapacağını düşünürken küçük bir saksağan omzuna konmuş. Adam "Sen güzel bir kuşsun, bana yardım et! Kızımı görürsen ona yerimi söyle," demiş. Saksağan genç kadını bulmuş ve kıza yaklaşarak "Baban seni çamur birikintisinin orada bekliyor," demiş. Kız o esnada yanında uyuyan boğa kocasının uyanmasından korkarak "Şşt! Yüksek sesle konuşma! Babama geleceğimi söyle," demiş. O sırada boğa uyanmış ve hiçbir şeyi fark etmeden, karısından kendisine su getirmesini istemiş. Kadın bunun üzerine sevinerek babasının yanına gitmiş.

 

Kız boğa uyanıkken kaçmaya çalışırsa onu ve babasını yakalayıp öldürebileceklerini biliyormuş. Boğa tekrar uyuyana dek beklemeye karar vermişler. Kız boğaya su götürdüğünde boğa, "Buralarda bir insan var!" demiş. Bunun üzerine diğer boğalara işaret vermiş ve tüm boğalar böğürdükten sonra dört yöne koşturarak babasını bulmuşlar. Zavallı adamın üzerinde tepinmiş, bedenini boynuzlarıyla parçalamışlar. En sonunda adam paramparça olmuş. Kız ağlarken boğa "Belki şimdi bize neler olduğunu anlarsın. Biz annelerimizin, babalarımızın ve pek çok akrabamızın kayalardan aşağı yuvarlandığını ve halkın tarafından öldürüldüğünü gördük. Fakat ben merhametliyim ve sana bir şans daha veriyorum. Eğer babanı yaşama döndürebilirsen halkınıza geri dönebilirsiniz," demiş. 


Kız hala orada olan saksağandan yardım dilemiş ve ondan babasının bir parçasını bulmasını istemiş. Saksağan hemen uçmuş ve en sonunda küçük beyaz bir kemik bulmuş: babasının omurga parçasını. Kadın kemik parçasını yere koymuş, üzerine elbise örtmüş ve şarkı söylemiş. Elbiseyi kaldırdığında babasının gövdesini bir bütün halinde görmüş. Tekrar aynı şeyi yaptığında babası artık nefes alıyormuş. Ve sonra adam ayağa kalkmış. Bufalolar bu duruma çok şaşırmış. "İnsanların kutsal güçleri fazla, ezilerek ölen adamı hayata döndürebiliyorlar," demiş boğa sürüdekilere. Sonra genç kadına dönmüş. "Baban ve sen gitmeden önce size dansımızı ve şarkımızı öğreteceğiz, bunlar ile insanlar tarafından öldürülen bufaloları yaşama döndürebilirsiniz." Sonra bütün buffalolar dans etmiş; ağır ve hantal adımlarla, ağır başlı bir şarkı söylemişler. Dans bitince boğa "Şimdi evinize gidin ve bu dans ile şarkıyı halkınıza öğretin. Bütün dans edenler buffalo başı ve elbisesi giymeliler," demiş. 


Kız ve baba köylerine dönünce olanları anlatmış ve reislerin seçtiği gençlere bu dans ile şarkıyı öğretmişler. Bufalolar ortadan kaybolana, avcılar çiftçiliğe başlayana dek bu gelenek devam etmiş."


Bir önceki makalede "Arkaiklerin dışarıdan müdahaleye maruz kalmadıkları sürece alışkanlıklarını devam ettirmek konusunda son derece katı bir tutumları vardır; bugün hala varlığını sürdüren ilkel kabilelerin pek çok geleneğinin izini sürmek bizi mağara avcılarına götürür," demiştim. Çok daha karmaşık mit ve ritlere sahip tarım toplumları bile aynı ortak imgelerden yola çıkıyorken uygulama ve fikir bazında çok daha basit avcıların da böyle olduğunu varsayabiliriz. Nasıl yaşadıkları doğrudan gözlemlenebilen ilkel kabilelerde pek çok gelenek yüzlerce hatta binlerce yıl öncesinden kalmadır. Tabii ki bitki yetiştiricilerle etkileşime geçmek, yaşam tarzları aynı kalmaya devam etse bile, toplum yapıları ve düşüncelerinde birtakım farklılıklara sebep olmuştur. Ergo, Cro-Magnon'un avlanma biçimi ile Montana Karaayak Kızılderililerinin Bufalo Dansı Efsanesi arasında bir bağlantı arayabiliriz.

Buffalo Dance, George Catlin

Şimdi, tekrardan Güney Fransa'ya dönüyoruz. Mağaraların derinliklerindeyiz.


Lascaux Mağarası'nda bulunan hayvan resimleri. 

Bizon, şaman ve kuş?


Bu tipe parietal sanat/kaya sanatı denir. İnsanlık boyunca pek çok farklı çağda mağaraların duvar yüzeylerinde kazıma, boyama ya da rölyef yoluyla sanat eserleri meydana getirilmiştir ve bunun ilk sofistike örneklerine Fransa ve İspanya'da bulunan mağaralarda rastlanır. Cro-Magnon'un açık arazide yaşadığını biliyoruz. Dahası, bu resimler mağaraların özellikle kuytu ve karanlık köşelerine yapılırdı.  Yani apaçık bir şekilde, yaşadıkları yeri dekore etme amaçı gütmüyorlardı. Mağaralar korkutucu yerlerdir; burada zaman ve mekan duygusu kaybolur, bilinen dünya yerini karanlık bir bilinmezliğe bırakır. İlk modern insanlar tüm bu korkutuculuğa rağmen mağaraları bir şekilde çekici buluyorlardı. Kilometrelerce derine spesifik bir yol izleyerek iniyor, oraya resim çiziyor ve sonrasında ancak resmin üzerindeki boyayı yenilemek için dönüyorlardı. Bu boyalar yüzlerce yıl boyunca yenilenmişti yani resimlerin varlıkları nesilden nesile aktarılmıştı. Bunlar numenal, sözle anlatılmayana ait imgeler miydi? Zamanın dışında, gerçekliğin ötesindeler miydi? Onların bakış açısında, varsayımsal konuşursak, mağaralar gerçek dünya ile ruh dünyası arasında bir sınırdı. Tüm bu resimler estetik tatminden çok büyüsel bir amaç güdüyorlardı.


Her şeyden önce bu resimlerin kompozisyonunu genellikle sıçrayan boğalar, yüzen erkek geyikler gibi çağın hayvanları oluşturur. İnsanlar nadiren kompozisyonda yer aldıklarında çöp adam gibi özensizce çizilmişlerdir. Bunların yalnızca doğayı bir yüzeye aktarmak için öylesine yapılmış olamayacağını ve yüksek ihtimalle büyüsel olduğunu biliyoruz. Öyleyse şunu diyebilir miyiz, bu resimlerin bulunduğu mekanlar bir tapınak işlevi görüyordu ve Cro-Magnonlar ilahi yansıtmalarını antropomorfik yani insan-biçimli değil de theriomorfik yani hayvan-biçimli yapıyorlardı.


İlk şamanlar.


Yukarıdaki ikinci görsele daha yakından bakmayı öneriyorum.




Bir bizon, önünde bir insan ve insanın solunda da bir kuş görüyoruz. Boğanın gövdesine saplanmış mızrak bize bunun sıradan bir av sahnesi olduğunu düşündürebilir fakat insanın kompozisyonda öylece var olamayacağını, esas olanın hayvanların çizimi olduğunu biliyoruz. Eğer insanların amacı gündelik yaşamlarını yansıtmak olsalardı bu duvarlarda onlara dair pek çok şey görmemiz gerekmez miydi? Öyleyse bu insanın numenal imgenin bir parçası olacak kadar ruhani bir varlık olduğunu düşünebiliriz. O bizim ilk şamanımız. Bu sonucu çıkarmak için bir başka sebebim ise kuş. 


Pek çok mitolojide dünyamızın bugünkü şeklini almadığı, büyücülerin ve tanrıların kol gezdiği, hayvanların konuşabildiği bir mitolojik çağdan söz edilir. Tarım toplumları bu çağın sonunda insanlığın ortaya çıkışına dair mitoslar üretmiş ve bunu ritlerle kutlamışlardır. Zamanı çizgisel olarak algılamadıkları için bu çağ onların gözünde her zaman vardır ve düzenledikleri ritüellerde bugün çocuklara has bir oyun becerisiyle o zamanı canlandırırlar. Bundan daha sonra detaylı olarak bahsedeceğiz. Avcı toplumların şamanları ise istedikleri zaman ve yerde transa geçerek mitolojik çağa gidebilir çünkü onların ruhu uçabilir. Gerçekliğin ötesindeki diyarların sembolü olan kuş, zamanla antropomorfik bozulmaya uğrayarak kanatlı meleklere dönüşmüştür. Orijininde şamanın koruyucu hayvanıdır ve ona verilen isim olan "kubilgan" başkalaşım, değişmek demektir. Şamanın doğaüstü yeteneklerinden biri de hayvanlarla konuşabilmenin yanında hayvanlara dönüşebilmektir. Şamanlar insan olarak görülmezler, insan onun yalnızca bir formudur. Pek çok ilkel kabile doğanın hayvan biçimine bürünmüş şamanlar ile dolu olduğuna inanırlar ki bunların bazıları kötülük peşindeki muhbirler de olabilir. Bufalo Dansı Efsanesi'nde de adam ve kadının yardımcısı konuşabilen bir saksağandı; mitolojik çağda geçen bir mitten söz ediyor olsaydık saksağanın konuşması bize garip gelmezdi ama olaylar o günün dünyasında geçtiği için bunun üzerine durup bir düşünmeliyiz. Bu hayvan biçimine bürünmüş iyi niyetli şamanımızdan başkası değildir.


Mağara resmini Bufalo Dansı Efsanesi'nde anlatılan öykü ile bağdaştırmamak bana pek mümkün görünmüyor. Hayal edelim: Bir şaman -ki onun şaman olduğunu kuş imgesinden anlarız- bizonun önünde kollarını havaya kaldırmış, av için ritüelini gerçekleştiriyor. Bu bir büyü.


Trois Fréres Büyücüsü


Bakacağımız son resim şüphesiz en ilginç olanı çünkü bu duvara çizilen varlık dünya üzerinde hiç var olmadı. Gözlemleyebildiğini resmetmek büyük bir başarı ve empresyonizm demektir ama hiç gözlemlememiş olduğun bir şeyi çizmek gerçekten bambaşka bir boyuta işaret ediyor. Bir geyiğin boynuzlarına, bir insanın sakal ve bacaklarına, bir atın kuyruğuna ve bir ayının pençelerine sahip. 75 cm boyundaki 45 cm enindeki bu eser bulunduğu mağara odasındaki tek siyah resimdir yani bir şekilde diğerlerinden daha önemlidir. Bu yaratığın ne olduğu konusunda büyük tartışmalar dönmüştür. Bir av tanrısı mıdır? Büyücü müdür? Sanatçının hayalleri midir? Joseph Campbell, basitçe, Trois Fréres büyücüsünün bir şaman olduğunu düşünüyor. Gözlemlenen vahşi ritüellerinde bir kişi tanrı kostümünü giydiğinde etrafındaki insanlar onun tanrıyı temsil ettiğini düşünmez; o kişi tanrının kendisidir. Ritüel boyunca günlük hayatınızdan bambaşka bir geçerliğin içindesinizdir. Bu oyun şamanlar için sürekli devam eder. O, hem insan formundadır hem de böyle gözükür.


Bu theriomorphism son paleolitiğin ilk evresi Aurignacian'da doruğa ulaşmış ve erkekler mağara resimlerinde her zaman hayvan-biçimli çizilmişken kadınlar kendilerine heykellerde yer bulmuştur. Bu heykellerde kadın anatomisi yalın -yalnızca dişiliklerinin abartılı öne çıkarımı ile- yansıtılmıştır. Erkek kendisini birtakım büyüsel müdahaleler ile gizemli bir havaya büründürürken kadının yalnızca kendisi olarak büyüselleşebilmesi, bütün mitolojilerin evrensel konseptlerinden biri olan kadın-erkek ikiliğinden ileri gelir. Ve bu, mitolojinin ilk temaları kapsamında, bir sonraki bölümün konusudur.


3. BÖLÜM İÇİN



KAYNAKÇA:


  1. Joseph Campbell, İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi Yayınları
  2. Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens, Kolektif Kitap
  3. BİLİM VE ÖNYARGILAR: PREHİSTORİK İNSANA BAKIŞLAR

Yorumlar