ANTROPOLOJİDEN MİTOLOJİYE 3: Modern insandaki arkaik süreçler, besleyen ve öldüren olarak anne, unutulan tanrıça.

2. BÖLÜM İÇİN

 

Uzay çağına girişini kıvançla izlediğimiz dünyamızın birçok toplumlarında ne yazıktır ki, kadın, hor görülür, sosyal hayat içinde bir bakıma izole edilirken insanlık tarihinin başlangıcında kadına toplum içinde seçkin bir yerin verildiğini; aranan, arzu edilen, neticede kutsallaştıran bir varlık olduğunu hayretle öğreniyoruz. Kadın figürinlerinin çokluğu ve güzelliği kadının insanlık tarihinde önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

- Işın Yalçınkaya 

 



Modern insandaki arkaik süreçler.

İnsanı doğanın merkezine alan bakış açısı bize tarım toplumlarından miras kalmıştır; insan odaklı felsefenin bile ancak presokratik filozoflar döneminden sonra yapıldığını düşünürsek "birey" olarak bazı varsayımlarımızın ilkel insanların dünyasında ne kadar geçersiz kalacağını görmek şaşırtıcı ve aslında sevimli bir deneyimdir. İlkellerin bilinci mantık öncesi düzeydedir; bunu söylerken onların mantıksız olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Toplum henüz kompleks bir yapıya sahip değildi: Karmaşık sosyal ağlar, sorunsuz geçinmeniz gereken yabancılar ve uyulması gereken yüzlerce kural yoktu. Otuz ila elli kişilik kabilelerde herkes birbirini tanıyor ve haftada birkaç kez ava çıktıktan sonra bir köşede canının istediğini yapıyordu. Kendimizi düşünelim. Ruhunu arayan modern insan, küçüklüğünden itibaren belki binlerce kural öğrenir ve bu kuralların ciddi bir bölümü hazzı baskılamak üzerine kuruludur. Girdiği her ortamda farklı davranmalıdır; evinde, ofisinde veya bir partide aynı hareketleri sergileyemez çünkü her grubun dinamiği farklı işler. Sokağa çıktığı anda yabancılar ordusunun ortasında bulur kendini ve okul, iş yeri gibi ait olduğu gruplarda dahi tanımadığı kişiler vardır. Bu, zihnin sürekli bir otokontrolünü gerektirir ve yaşam boyu süren bunaltıcı bir deneyimdir. Modern insanın bilinci arkaik insana kıyasla trajik bir derinliğe sahiptir çünkü O; belki onlarca farklı personayı doğru zamanda doğru yerde açığa çıkarmak zorundadır. Zihnimizin bilinçdışı bölümünü oluşturan kısım onlarda yüzeye bizimkinden çok daha yakın duruyordu. 


Carl Jung'un oldukça popüler bir kuramı olan yansıtma, basitçe bireyin iç dünyası ile ilgili bir şeyi dış dünyaya ait bir nesneye ya da kişiye yansıtmasıdır. Sözgelimi çok kıskanç birinin herkesin onu kıskandığını söylemesi bir yansıtmadır ve bu, işin psikolojik boyutudur. Arkaikler mantık öncesi aşamada bulundukları için bizlerin çok katmanlı psikolojisi onlarda yerini ruhsal süreç kavramına bırakır. İlkel toplumlarda gözlemci olarak bulunmuş kişilerin notları ışığında denebilir ki onlar, kendileri ile çevreleri arasında bizim gibi kesin bir ayrım yapamıyorlardı. Tıpkı bireyin doğanın bir parçası olduğu gibi doğa da bireyin bir parçası olabiliyor ve kimi zaman doğayı oluşturan iki farklı unsurun ruhu birbirinin içine göç edebiliyordu. Jung'a göre bizlerdeki yansıtmanın arketipi (ilk hali) arkaik insanların mistik katılım deneyimidir. Gizemli ortaklık olarak da açıklayabileceğimiz bu kavram doğadaki unsurlar ile birebir özdeşleşmektir. Sözgelimi bir mistik katılım olan yaban ruhu arkaik insanın hayvan ile ruhunun bağlantılı olduğuna inanmasıdır. Bizler bugün bunu çok daha dolaylı bir yoldan yapıyoruz: Sinsi bir insanı yılan, cesur birini ise aslan ruhu ile özdeşleştiriyoruz. 


Mantığımızı çıkarıp attığımızda ilkeller ile ne kadar aynı düşündüğümüzü görmek de aynı derecede ilginç bir tecrübe olacaktır.  Lucien Lévy-Bruhl; sosyoloji ve antropoloji alanlarında çalışmalar yapmış bir Fransız bilgindir ve birincil çalışma alanı da ilkel zihniyettir. Zihnin mantık öncesi düzeyi ile bizim bilinçli görüntümüzü kıyasladığında vardığı sonuç şudur: İlkel insan deneyimlerden bariz dersler çıkarmaz, aşikar neden-sonuç ilişkilerini reddeder ve rastlantısallığı kabul etmek yerine kolektif simgeselliği geçerli sayar. Bu üç maddeden varabileceğimiz nokta, arkaiklerin gerçekliğini batıl inançların oluşturuyor olmasıdır. Biz akılcı insanlar olarak evimizin çatısına yıldırım düştüğünde bunun bir doğa olayı olduğunu kabul ederiz fakat onlar için bu, bir büyücünün işidir. Bir dakika duralım, esasında bizler de nazar ve beddua gibi kavramlar ile fazlasıyla iç içe değil miyiz? Yalnız halkımızda değil dünyanın her yerinde batıl inançlar vardır ve bunlar akılcılık ne kadar fazla ise o kadar bastırılır ama vardırlar. Günlük hayat rutin şekilde devam ederken o kadar da yüzeye çıkmasalar da herhangi bir garip tesadüfler dizisine ya da olağandışı olaya batıl inanç ile açıklama getirme eğilimindeyiz. Panikledikçe kontrolü kaybeden bilincimiz yerini mantık öncesi düzeye bırakıyor. 


"Çünkü her uygar insan ruhunun derinliklerinde arkaik bir insan olmaya devam eder," dedi Carl Jung.


Besleyen ve öldüren annemiz, doğa.


Bu kısa monologdan sonra nihayet şunu söyleyebiliriz; paleolitik dönem insanı kendini doğanın merkezine konumlandırmıyordu, o doğanın bir parçasıydı. Kendisi ile doğadaki diğer unsurlar arasına kesin bir çizgi çekmemişti. Düşünüyorum da Trois Fréres Büyücüsü'nün pek çok farklı hayvanın birleşiminden meydana geliyor olması aslında bu bulanık sınırların bir göstergesi olabilir; bu bağlamda yaptıkları soyut düşünmekten ziyade zihinlerindeki gerçekliği mi anlatmaktır? 


Mitolojiler özdeşleşme üzerine kuruludur. Sümerliler bütün sistemlerini makrokozmos (evren), mezokozmos (toplum) ve mikrokozmos (birey) üzerine inşa etmiş ve her şeyi tek bir şeyin modellemesi olarak görmüşlerdi. Evrensel Toprak Ana ve Gök Baba motifinde bile derinlemesine bir özdeşleşme vardır. Animist paleolitik toplum insanları aynısını doğa ile kendi varlıkları arasında yapmışlardır. Doğa bilinmezliklerle dolu canlı bir varlıktı. Sürekli devinim ve değişim halindeydi; mevsimler ve günler birbirini ardalıyordu. Toprak içinden bitki ve yemişler çıkan bir yaratıcı idi. Her şeyin karşıtı ile birlikte vardı; gündüz için gece, yaşam için ölüm, kadın için erkek. Doğanın kendisi, insanda kadındı.


Bakın, nereye geldik.


Erkek hayatı boyunca aynı canlıdır; kadın ise sürekli değişir. Adet gördüğünde bir kere değişir -o zamanlar kadınların adet döngüsü ile ayın evreleri birbirine sıkı sıkıya bağlı idi. Kadınlar yeni ayda adet oluyor ve dolunayda yumurtluyorlardı. Kadının içinde bulunduğu evren ile bu derece paralel bir dönüşüm yaşaması bugün bile kulağa son derece gizemli geliyor; hele ki bağlı olduğu gezegenin gece gibi karanlık ve bilinmeyen bir zaman diliminde gökyüzünde yükselmesini düşününce... Doğum yaptığında ikinci kez değişir- dünyaya yeni bir insan getirebilir, bedeninden yaşayan bir canlı çıkartabilir! Bilişsel becerileri bizimkisi kadar gelişmiş fakat dünyayı anlamlandırmak için bugün çocuksu diye adlandırdığımız arkaik bakış açısı haricinde hiçbir kılavuzu olmayan üst paleolitik erkeği ile empati kurmayı deneyelim. Böyle yeteneklere sahip bir varlığa bakış açımız nasıl olurdu?


Kadın varlığı gereği büyülüydü.


Avusturya'da bulunan Willendorf Venüsü 25.000 yıl öncesine aittir.

Ulu Tanrıça figürünün ilk örneklerine mi bakıyoruz?


Yukarıda gördüğümüz kadın figürinine benzeyen aynı üsluba sahip onlarca kadın heykelciği bulunmuştur. Hemen gözlemleyebileceğimiz gibi oldukça iri göğüsleri, geniş kalçaları ve yanlara doğru şişik beli figürinimizin hamile olduğunu düşündürüyor. Genellikle bereket şeklinde yorumlanan bu venüslerin yaşam ile ölüm arasında aracı olduklarını ve yeniden doğuşu temsil ettiklerini düşünen araştırmacılar var. Bazı heykelciklerin üzerinde kırmızı aşı boyası tespit edildi. Prehistorik dönemde renklerin ritüelistik anlamları oluşmuştu ve kırmızı yaşam, yeniden doğum, bereken ve dönüşüme işaret ediyordu. Bu bağlamda kırmızı boya, heykelciğin ritüelistik yönünü vurgular haldedir.


Avustralya'da hala varlığını sürdüren Ngarinyin kabilesinde kadının sembolik karşılığı doğum, dönüşüm ve ölüm döngüsüdür. Bu zıtlığa dayalı motifin evrensel olduğunu iddia edebiliriz; mitler bir yönüyle yaşam veren diğer yönü ile can alan tanrıçalar ile doludur. 


Hindu Tanrıçası Kali
Hindu Tanrıçası Kali üç şeye hükmeder: yaratım, koruma ve yıkım. O, evrendeki her varlığa yaşam verendir; denir ki tüm canlılar Kali'nin memelerinden süt içmiştir. Kali onları büyük bir şefkat ile korur ve gözetir. Fakat sonrasında dışarıya sarkan kırmızı dili ile onların kanını içer, zevkle iç organlarını parçalar ve yutar. Her şeyi yaratan ve yok edendir, rahim ve mezardır. İnsan kafaları, kol ve bacaklar ile süslenmiştir. Bir elinde kanlı bir bıçak vardır, bir eli ile kopmuş bir kafayı tutar, bir eli ihsan dolu bir içecek sunar ve bir eli şefkatli bir şekilde dışa doğru açılmıştır -bazı temsillerde güç sembolü bir asa tutar. Ayağıyla ezdiği erkeğin bedenine yılan dolaşmıştır. Kali kozmik gücün bütün karşıtlıklarının, anneye özgü güven ve yıkıma özgü dehşetin, kusursuz bir birleşimidir.






"Ramakrişna sessiz bir öğleden sonra Ganj'dan güzel bir kadının çıkıp onun meditasyon yaptığı kuytuya geldiğini gördü. Bir çocuk doğurmak üzere olduğunu anladı. Bir anda bebek doğdu ve kadın onu nazikçe emzirdi. Birden, her nasılsa korkunç bir görünüme büründü, çocuğu şimdi çirkin olan ağzına aldı, parçaladı, çiğnedi. Yuttuktan sonra Ganj'a geri döndü ve ortadan kayboldu."

- The Gospel of Sri Ramakrishna


Üst paleolitik; anne, doğa, yaşam ve ölüm ilişkisinin görüldüğü ilk dönemdir ve Avustralya'daki çağdaşımız kabilelerden gözlemlenebileceği üzere insan ruhunu derinden etkileyen bu ilişkilendirme bugün bile sürdürülmektedir. Regl o dönemde günümüz modern anlayışının (?) aksine iğrenilecek, gizlenmesi gereken ve cinsel bir durumdan ziyade kabileye mutluluk getiren bir döngü olarak görülüyordu. Pek çok ilkel toplumda ilk kez regl olan kız çocuğu için ritüelistik kutlamalar düzenlenirdi. Kadınlar regl olduktan sonra vücutlarını kırmızı aşı boyası ile boyarlar ve görünüşe göre bu şekilde ava giden erkekleri korurlardı. Yine bu boyalar mezarlarda kullanılır ve bu şekilde ölüm-yaşam döngüsünün bütünlüğü kavranmış olurdu. Bu anlayışta kadın rahmi mezarlarla; mezarlar ile rahim ise meyve ve bitkilerin kaynağı olan toprak ile eş tutulmaktadır. 


MÖ c. 8.000 ila 2.700 yıl arasına tekabül eden Capsien kültürüne dek mağara duvarlarını hayvan resimleri ve theriomorfik erkekler -şamanlar- süslemeyi sürdürdü. Bulunan yüzü aşkın venüs heykelciği ise abartılı şekilde büyük göğüs, kalça ve göbeğe sahip çıplak kadınları betimliyordu. Kadın yalın hali ile ritüelistik bir varlıktı. O bir büyücü değildi, büyülüydü.


Son paleolitiğin ikinci evresinde, Aurignacian'ı izleyen Solutrean döneminde, bu kadın heykelcikleri Batı Avrupa'da ansızın artık kullanılmamaya başlandı. Doğuda, Rusya ve Sibirya'da ise uzun süre devam etti. Bugün kadın-erkek eşitsizliği varsa bunu değişen iklim koşullarına bağlayabiliriz -gibi.


Unutulan tanrıça.


İlkel toplumun üç temel tipi vardır.


En ilkel insanlar, ki bunlara Kuzey Kanada'nın  Karibu Eskimoları ile Kongo ve Andaman adalarının pigmeleri örnek verilebilir. Ataerkil ya da anaerkil değillerdir. Erginlik ritleri her iki cins için de aynıdır; bireyin yetişkinliğini kutlamak ve kabile içi bağları kuvvetlendirmek için basit uygulamalar içerirler. Ritlerde sünnet gibi biçim bozma uygulamaları görülmez ve nesilden nesile aktarılan, yalnızca bir cinsiyete özgü mistik gizemler yoktur.


Totemci avcı toplumlar, ki bunlar Kuzey Amerika ovaları, Güney Amerika bozkırları ile Avustralya çöllerinde bulunurlar. Ataerkil bir yapıdadırlar. Erginlenme ritleri erkeklere özeldir ve kadınların ritüellerin işleyişine dair bilgi sahibi olması yasaktır. Ritüeller oldukça karışık bir işleyişe sahiptir. Biçim bozma uygulamaları sünnetin yanısıra ağır fiziksel sakatlanmalara yol açacak düzeye varabilir. 


Tropik bitki yetiştiricileri, ki Malenezya ile Yeni Gine adaları onların spesifik mekanlarıdır. Anaerkil bir toplum yapısı gösterirler. Çocukları doğuran ve yiyecekleri üreten kadın olduğu için toplumsal avantajlar onun lehinedir. Büyünün kontrolünü de yine kadın elinde tutar. Erkeklerin kadın karşıtı gizli dernekler kurduklarına ve bu derneklerde ritüelistik yamyamlık yaptıklarına dair çok ciddi bulgular vardır.


Bizim tanrıça heykelleri yapan kabilelerimiz ilk kategorinin insanlarıdır. O dönemde kadın ile erkek arasında dağıtılan görevlerin prestijleri hemen hemen aynıydı. Erkek ava çıkıyor ve alet yapıyordu. Kadın, toplayıcılığın yanısıra erkeğin yokluğunda barınağı korumaktan sorumluydu. Kadının kendiliğinden bir büyüsü varken erkeğin çeşitli ritüeller ile elde ettiği doğaüstü güçler vardı. Bir şekilde karşıt çiftler olarak bir arada uyum içerisinde yaşamayı başarabiliyorlardı.


Hava sıcaklığının artması ile birlikte insanların av sahası son derece genişledi ve seyyar çadırları sayesinde geniş bölgelere seyahat edebilmeye başladılar. Sürekli göçebelik başlayınca kadınlar eşyaları taşıyan, yerleştiren ve sonra tekrar taşıyan, tekrar yerleştiren bir çeşit hizmetkar haline geldiler. Bereket veren, kendiliğinden gizemli bir varlık olan kadın imajı büyük oranda yıkıldı. Artık karnında bebek, sırtında eşya taşıyan ve erkek eve yemek getirirken yalnızca bunu yapabilen bir varlıktı. Şu an biraz acımasız varsayımlar ile konuşuyor olabiliriz ama ilkel efsanelerde büyü gücünü yalnızca kadınların ellerinde bulundurduğu bir ilk dönem anlatılır. Efsanelerin birleştiği ortak nokta, -pek de hoş olmayan- bir şekilde bu gücün kadınlardan erkeklere geçtiği yönündedir.


"Bütün ormanların hep yeşil kaldığı günlerde, Kreen (güneş) ve Kreeh (ay) karı koca olarak dünyada dolaşırlarken, uyuyan dağların çoğu henüz insan iken büyücülüğü yalnızca Ona ülkesinin kadınları biliyormuş. Her kız erginliğe adım atınca kadınlara özel bir dernekte büyü sanatını öğrenmeye başlarmış. Bu kadınlar güçlerini hoşlarına gitmeyen kişilere hastalık ve ölüm getirmekte kullanırlarmış. Erkekler korku içerisinde kadınlara boyun eğerek yaşarlarmış. Kadınların baskısı arttıkça erkeklerin bütün kadınları öldürmekten başka çaresi kalmamış ve büyük bir kıyım yapmışlar, geriye bir tek küçük kızlar kalmış. Bu küçük kız çocukları büyüdüklerinde bir araya gelip eski üstünlüklerini kazanmasınlar diye erkekler kadın derneğini yok etmiş ve kendi gizli derneklerini kurmuşlar. Bu "Hain" adındaki derneğin yakınına gelen kadınların cezası ölümmüş."


Tropik bitki yetiştiricileri Tierra del Fuego Onalarına ait bu efsane derneğin büyüsel toplantılarına katılan ve kadınlardan nefret eden doğaüstü yaratıkların betimlemeleri ile devam eder. Onların güney komşuları olan Yamanalar arasında da eski zamanlarda büyücülüğü elinde tutan kadınlara dair bir hikaye anlatılır. Sonrasında bu efsaneler çığ gibi yayılmış ve farklı versiyonlara kavuşmuştur. Dikkat çekmek istediğim bir nokta, ikinci kategorideki totemci avcı toplumların erkeklere has erginlik ritlerinin tamamiyle kadınları korkutmak üzerine kurulu bir yapıya sahip oluşudur. Erkek yaşadığı deneyimin gerçekten doğaüstü olmadığını ritüelin sonunda öğrenir fakat kadın ritüellerin çok küçük bir parçasında yer alır ve erkeklerin gerçekten de doğaüstü güçleri olduğuna inandırılır. Bir nevi kadınların bazı konularda güç sahibi olmasını istemiyor gibilerdir. Onlar, kadınların ciddi anlamda iktidarı elinde bulundurduğu bir toplumda yaşamıyorlardı. Dolayısıyla muhtemelen üçüncü kategorideki erkeklerden etkilenerek eşitlikçi toplum yapısından ataerkilliğe dönüş yaşamışlardı.


Ama tabii ki anne gibi bir varlık bütün insanlığın evrensel deneyimi sonucunda mitolojideki anlamına sahiptir ve bu deneyimin derinliği kullanış biçimi değişse dahi arketipin bilinçdışında kalmasına sebep olur. Ona kabilesinin kadınların girmesinin yasak olduğu Hain isimli erkek derneğinin müdavimi doğaüstü yaratıkların arasında en çok saygı görenleri, en önemli olanları tanrıçalardı.


Bir sonraki bölümde şamanlarımıza dönüş yapacağız.



KAYNAKÇA:


  1. Joseph Campbell, İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi Yayınları
  2. Carl G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, İlhan Yayınevi
  3. ANADOLU’DA ERKEN PREHİSTORİK DÖNEM KIRMIZI AŞI BOYASI KULLANIMI
  4. PALEOLİTİK DÖNEMDE KADIN FİGÜRLERİ

Yorumlar