ANTİK YUNAN'IN KARANLIK DİNİ: Girizgah, Demeter, Eleusis Gizemleri.

Eleusis Gizemleri'ne ait bir sahne, M.Ö. 460

Yunan'ın mitolojisi akla ilkin Olympos tanrılarını getirse de halkın çok karanlık başka tapınım sistemleri bulunuyordu. Bir kere, Olympos'un tanrıları yalnız fiziksel özellik değil kişilik bakımından da antropomorfikti. Sevişir, aldatır, yalan söyler ve kavga ederlerdi. Geçim kaygısı duymayan soyluları eğlendirmek için ozanların anlattığı mitlerin baş karakterleriydi onlar; açlıktan ölüp ölmeyeceği o yılki hasada bağlı olan köylünün şiddetle sevip korktuğu tanrılarla bir olamazlardı. Ne var ki bir saray ozanı dil cambazlığında halk ozanından çok daha öndedir; böylece günümüzde Homeros'un üst sınıfın zihniyetini yansıtan süslü cümlelerinin Hesiodos'un sade ve gerçekliğe dayanan anlatısı üzerindeki galibiyeti açıktır -olayların değil Hesiodos'un yazdığı her dizeye olan inancının gerçekliğinden bahsediyorum. Oysa Homeros abartmış da abartmıştır, maksat zenginlerin gönlünü eğlemek olsun. Marx'ın Alman İdeolojisi kitabında dediği gibi, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. (s. 52) Bizler bugün kültürel ön kabullerimizin pek çoğundaki tereddütsüz tavrımızın gerçekten içimizden geldiğine inanıyor muyuz yoksa dışarıdan mı alınmıştır onlar? Kendinize gözlemci olsanız, özünüze dönmeniz gerektiği anda asıl tavrınızın yüzeye nasıl fırlayıverdiğini görüp şaşarsınız. Bilincin mantık düzeyinin altında arkaik insan ile paylaştığımız ortak bir düşünme biçimi vardır: batıllık. Tüm bu baskılanmışlıklar, korku ve endişe kapıdan gözüktüğünde gün yüzüne çıkıverir. İnanç sizin için Truva savaşında boy gösteren yarı-tanrı kahramanlar ve bütün gün onları izleyen Olymposlular değildir artık. Çok daha karanlık, derin, çarpık ve de güzeldir O.


Lanet ve nimet ikileminde tarım.



Neolitik tarım hayatı pastoral manzaralar eşliğinde doğa ile kurulan içkin ilişkinin idilsiliğini çağrıştırıyor mu? Dölleme ile özdeşleştirilen ekim sırasında coşkulu cinsel ilişki ritleri, ölüm ve yeniden doğuşu simgeleyen hasat esnasında kurban verilmesi (kimi zaman insandır) -bugünün bakış açısıyla hastalıklı bir psikoloji. İnsan beyninin iki kavramı birbiriyle bağdaştırma konusunda gösterdiği saplantılı yaklaşımı dışarıdan görme deneyimi ilginç. Esasında yaygın inanışta tarım insana bir ödül değil ceza olarak gelir ama o aynı zamanda avlanmayan insanın yaşamasının yegane yoludur da. Bana öyle geliyor ki -ironikçe- tarım ve insan arasında bir çeşit Stokholm Sendromu mevcut olagelmiş. Yunan mitolojisi ile Musevilik'in birbirinin izdüşümü olduğu bir konu: 


Hesiodos'un İşler ve Günler'inin halkın anlayışını yansıtmakta Homeros'tan çok daha samimi olduğuna inanıyorum. Eserin Pandora Efsanesi bölümünde değinildiği üzere Zeus Prometheus'a kızdığı için tanrılar besinleri yerin altına gizlemiş ve o gün bugündür insanoğlu dertlere boğulmuş. (s. 51, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Yine 110-200 dizeleri arasında anlatılmış olan Soylar Efsanesi insanların ekip biçmek zorunda olmadığı, toprağın kendiliğinden bereket saçtığı bir dönemden söz eder. Homeros çevresinde gelişen destanlar zincirinin İtalyan kolunu oluşturan ozan Ovidius'un Dönüşümler'i bu efsaneyi geliştirmiş, insanlığın Altın Çağ'ını şöyle betimlemiştir:


"Yorulmadan, el sürmeden yemiş veren ağaçlar, 

Sapandemiriyle cşilmeden verirmiş ürünlerini 

Kendince topraklar. Kıvanç içindeydi yaratıklar 

Bütün. Toprak yarmadan verirdi azığı. 

Toplarlardı kocayemişleri, dağçileklerini, 

Kızılcıkları, kalın dallardan dutları. 

Palamutlar düşerdi büyük Jupiter ağaçlarından 

Bitmez bir bahardı, okşardı Zephiros'un sessiz, 

Tatlı, ılık soluklu yelleri yeni açan. tohumsuz 

Çiçekleri, ürünler saçardı birden ekilmemiş 

Toprak. ağarırdı dolgun başaklarla sürülmemiş 

Tarlalar, akardı sütten ırmaklar, tanrılık 

Besinlerden dereler, altın sarısı ballar 

Damlardı yeşil ağaçlardan."


(Birinci Kitap, 100-114)



Pietro da Cortona The Golden Age, fresko, 1637

İnsanların bir çeşit cennette yaşadığı; hiç çalışmadan, yaşlılık nedir bilmeden, tatlı bir uykuya dalar gibi öldükleri ve öldükten sonra bir çeşit ruh olarak var olmaya devam ettikleri bu dönem bir şekilde biter. Mitlerden anladığımıza göre Prometheus ateşi çalıp insanlara götürünce Zeus intikam olarak Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a ilk kadın olan Pandora'yı gönderiyor. Epimetheus, sonrasını düşünemeyen demektir; tanrılardan gelen bu şüpheli hediyeyi tereddütsüz kabul ediyor. Hepimizin bildiği gibi Pandora kendisine asla açılmaması için verilen kutuyu dayanamayıp açıyor ve hastalık, ölüm, kıtlık işte o zaman ilk defa dünyaya geliyor. Hesiodos yapıtında altın çağın bu şekilde sona erdiğini ima ediyor. Ortada büyük bir tutarsızlık mevcut. Birincisi Prometheus da kardeşi Epimetheus da titandır. Titanlar esasında Olympos tanrılarının ataları, yani aynı ırklar, yani insan değiller. İkincisi, insanlık altın çağda ise ateşe ne gerek vardı? Eshilos'un Zincire Vurulmuş Prometheus oyununda insanların ateşi öğrenene kadar karanlık mağaralarda karınca sürüleri gibi yaşayan (s. 19, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) akıl fikirsiz yaratıklar olduğu söylenir fakat bu ozanın yüzlerce yıl sonra getirmiş olduğu yorumdur neticede. Bu noktada Antik Yunan'da din yazılı olmadığı için kendiliğince oluşan iki mitosun birbirini tutmadığını söyleyip geçebiliriz. Bence Eshilos Prometheus'un ateşi çalma sebebini çok yanlış yorumlamıştır ama sonuç değişmez ki. Ateşi çalıp götüren bir titan iken insanoğluna n'için ceza verildi? Yine Zincire Vurulmuş Prometheus'a dönüyoruz. Prometheus'un -kahinlik yeteneği vardır, adı sonrasını gören anlamına gelir- Zeus'u tahtından edecek kişiyi bilmesine rağmen söylemediğini öğreniyoruz. İşte aradığımız parça budur. Son bilgimiz: Hesiodos Theogonia'da "Ölümlü insanlar ile ölümsüz tanrıların çatıştığı" bir dönemden üstü kapalı, adeta hadsizlik etmekten korkar gibi şöyle bir bahseder ve bu dönem Prometheus'un ateşi çaldığı dönemdir. 


Bütün parçaları birleştirip genel bir manzaraya bakmak istiyorum. İnsanlığın altın çağında insanlar kimi yönlerden tanrısaldır; yaşlanmazlar, hasta olmazlar, yemek için çalışmaya ihtiyaç duymazlar. Onları tanrıdan ayıran yegane özellikleri çok uzun yaşamalarına karşın ölmeleri ve yaratma yeteneğine sahip olmamalarıdır. İnsanın henüz hiç olmadığı mitolojik zamana gidersek, Zeus babası Kronos'un iktidarını devirirken Olympos tanrıları titanlara karşı savaşmıştır. Olymposlular ve titanların birbirini sevmediği bir sır değildir. İnsanların tanrılar ile savaşabilecek kadar güçlü olduğu bir dönemde Prometheus'un ateşi insanları mağaralardan kurtarmak için çaldığını iddia etmek çok yanlış bir okuma yapmak olur. Ateş insanlara yaratma gücünü verecek yani onları tanrılardan farksız kılacak bir bilgelikti. Prometheus esasında Zeus'a darbe yapıyor, insanların üzerinden tanrıların iktidarını yıkmaya çalışıyordu. Zeus korktu ve bu darbe girişimini önlemek için insanlığın statüsünü kademeli olarak aşağıya düşürdü, çok akıllı Prometheus'u da güç gösterisi için sonsuza dek zincirlere vurdu. Ancak kendi oğlu Herakles Prometheus'u kurtardığı vakit insan artık bir tehdit olmaktan çok uzaktı, kendi oğlunun itibarını önemseyen Zeus Prometheus'u affedip geçti bu kez.


Musevi Yaradılış kitabında Tanrı burnuna yaşam üflediği Adem'i ve onun kaburgasından yarattığı Havva'yı cennet Aden'e yerleştirir. Tanrı onlara bahçenin tam ortasında bulunan iyi ile kötüyü bilme ağacı hariç istedikleri ağacın meyvesini yiyebileceklerini söyler. Adem ve Havva o bahçede hiçbir zorluk çekmeden yaşayıp giderken meşhur yılan ve onun Havva'yı kandırması hikayesi gerçekleşir. Adem ve Havva Aden'den sürülür. Burada ilginç olan, sürülme sebeplerini RAB Tanrı'nın şu sözlerle açıklamasıdır: "Sonra, "Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu" dedi, "Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli."" Bu kısım ile bir üst paragraf arasındaki tehlikeli bağlantıyı kurma işini bu yazıyı okuyan kişiye bırakıyorum. Öte yandan, Havva, Adem ile aynı meyveyi yemesine rağmen Tanrı'nın "bizlerden biri" dediği güruha benzememiştir. O, doğası gereği bu dünyanın bir parçası olarak kalmak zorundadır. Üzerine, tarih boyunca özdeşleştirilmiş yılan ile kadın arasında ilginç bir düşmanlık yaratılmıştır. "Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.” Museviler gelmeden evvel Kenan halkı simgesi yılan olan bir tanrıçaya tapmaktadır; burada bir nevi bu anaerkil tapınımın reddi vardır. (Joseph Campbell, Mitolojinin Gücü s. 73) Ve ataerkilliğin vurgusunu görebiliyor muyuz? Aden'den kovuluşun sonucu olarak Tanrı şöyle der:


"Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. 

Toprak sana diken ve çalı verecek, 

Yaban otu yiyeceksin. 

Toprağa dönünceye dek 

Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. 

Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın 

Ve yine toprağa döneceksin.


Ovidius'un Dönüşümler'inde de benzer bir kavrayış: Yozlaşmış Tunç Çağı'nın sonu bir tufan ile gelir ve yalnızca günah işlememiş bir erkek ile kadın hayatta kalır. Onlar tanrıların talimatlarını yerine getirdikten sonra topraktan yeni insanlar ve diğer canlılar oluşur. İlkel avcı toplayıcıların çocuksu düşünme biçimlerine karşılık tarım insanları çok daha kompleks düşünce sarmalları oluşturmuş, yansıtmalarının arkaik hallerini mitlerin en derinine gizlemişlerdir. Onları, görmemizi istedikleri için görebiliyoruz -kimi zaman parçaları birleştirmekte zorlansak da. Fakat Antik Yunan'ın görmemiz istenmediği için göremediğimiz bir kısmı da var, yalnızca sezebiliyoruz. Bunlar, gizem kültleridir.


Öldüren ve besleyen tanrıça.


Neolitik -bitki yetiştirici- toplumların mitolojisi özdeşleşme üzerine kuruludur. Evrendeki her şey daha yüksek bir boyuttan akan sonsuzluğun sonlu tezahürleridir; makrokozmos (evren), mezokozmos (toplum) ve mikrokozmos (birey) aynı teklikten doğan zıtlıklar üzerine kurulu döngünün modellemeleridir. Dişi ve erkek, yaşam ve ölüm; bunların her birinin pek çok değil tek olanın iki zıt tarafını temsil ettiğini görmemek mümkün müdür? Kadın bedeni sürekli bir değişim halinde; regl, bekaret kaybı ve hamilelik erkeklerin yalnız ritlerle -sünnet ve parmak boğumu kurbanı gibi- gerçekleştirebildiği bedensel dönüşümün doğal yöntemleridir. Kadın, tıpkı kendisi gibi sürekli bir devinim içeren yaşamın kendisinden çıktığı yerdir. Muhteşem arkaik bağdaştırma, hem bitki yetiştirenler hem de hayvan avlayanlar için; doğanın kendisi, insanda kadındı. Avcı toplayıcılar kadın bedenini kendiliğinden büyülü gördü ve çıplak venüs figürinlerine taptılar. Tarımcılarda ise bereketin çokluk bir tanrıça tarafından temsil edilmesi tesadüf değildir. O, tıpkı bir yılan gibi deri değiştirebilme yeteneğinin yanısıra yere bağımlıydı da -Toprak Ana. Öyleyse toprak kadındır, tohum erkeğin spermleridir, toprağı sürmek onu döllemektir. Başka bir okuma ile toprak dişidir; tohumlar tanrısal ersuyu; yağmur da gökle yerin cinsel birleşmesi(Karen Armstrong, Mitlerin Kısa Tarihi, s. 34)  Burada esasında toprağın içinin insan tarafından rahimle eşdeğer tutulması gibi bir anlayıştan da söz edilebilir ki bunu kavrayabilmek ölülerin toprağa gömülmesinden -rahme dönüş ve yeniden doğum- Lascaux mağaralarındaki o ilk ritüelistik resimlerin mağaraların en derin yerlerine -dünyanın rahmine- yapılmış olmasına dek bir dizi büyüleyici çıkarıma götürür bizi. Bir üst bölümde anlatılan; Musevilik ve Yunan dininde mevcut olan insanın topraktan geldiği inanışını dünyamızın çeşitli yerlerindeki mistik ya da büyü türündeki inançlarda görmek mümkündür. Demek ki kültürler arası etkileşimden ziyade kolektif bilincimizden yüzeye çıkan bir düşünce bu.


Bir üst bölümde anlatılan Antik Yunan ile Musevi dinlerinin içerdiği cennetten kovulma motifi insanın tarımın kölesi haline gelişini anlatıyor. Öyleyse köy hayatı çokluk betimlendiği gibi idilsi değildi. Arkaik insan ile neolitik insan arasındaki farklara şu garip denemede detaylıca değinmiştim. Fakat aslında bütünüyle, dünyadan gelip geçmiş her insan için yaşamın kendisi tatsız bir deneyimdir. Bugün çoğumuz önceleri yalnız soyluların sahip olduğu türden oyalanma oyuncakları ile çevrili olduğumuz için bu can sıkıcı gerçeği sıkça unutabiliyoruz -onlar gibi. Fakat yaşamak için acı çekmek zorunda olanlar her dakika ölümün kendisi ile yüz yüzeydi. Nasıl avcılar öldürerek hayatta kalıyorduysa bitki yetiştiriciler için hasadın kendisi bitkiyi öldürmek ile bağdaştırılıyordu. Ekinler toprağa gömülür. Mısırdan un elde etmek için öğütülmesi; üzümden şarap yapmak için ayaklar altında çiğnenerek özünün çıkarılması gerekir. Burada şiddet vardır ve bu bağlamda tarım araçları bir çeşit cinayet silahıdır. Tarım doğumla ilişkilendirildiği kadar ölümle de ilişkilidir. Zıtlıktaki birlik. Bu dünyanın parçası olan her canlının birbirini öldürmesi ve yemesi üzerine kurulu döngü, algıları açık bir homo sapiens için oldukça travmatik sonuçlar yaratır. Çünkü psikolojik olarak suç duygusu öldürme eyleminden ayrılamaz, aynı doğurmada olduğu gibi. (Joseph Campbell, İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, s. 180) Yaşam veren şefkatli anne, evladını parçalayıp iştahla kanını içen ile aynı kişidir. (bkz. Hindu tanrıça Kali) Demeter, bereketin ve yaşamın sembolü anaçlığına karşın kinci ve saldırgan bir figürdür.


Kuşkusuz bu tezatlık kökenini Olympos tanrılarının bir yönden soylu, yüce ve erdemli öte yandan şehvet düşkünü, hilekar ve despot ikiyüzlülüklerinden almıyor. Milet filozofu Anaksimandros'un arkhe arayışı onu aperiona götürmüştü. Aperion doğada çatışan bütün elementlerin kaynağıdır; o ilksiz ve sonsuzdur, kozmik çatışmada tarafsızdır. Esasında Anaksimandros, bu düşünceleri ile ders verdiği Pythagoras (Pisagor)'ın kuracağı tarikatın temelini attığını bilmiyordu. Antik Yunan felsefesinde çok uzun bir süre matematik ile tanrıbilim tutkulu bir sevişme haline girdi; filozoflar Orpheusçuluk çerçevesinde çeşitli gizemlere vakıf olan ve öğretilerini dışarıya asla yaymayan mistik kimseler oldular. Pythagoras basitçe ne diyor? Sonluluk ve zıtlık, tek sonsuzluktan evrene dağılır. Yeterince dikkatli bakarsanız, aslında zıtların dişil ve karanlık Yin ile eril ve aydınlık Yang gibi birbirini içinde barındırdığını görürsünüz. Ve bu insanlar yeterince dikkatli bakıyorlardı. Filozoflar açıkça, köylüler ise sezerek tüm zıtlıkların en üst konumda bir araya geldiğini kavrayabiliyordu.


Gizemli bir hasat töreni.


Antik Yunan'da gerçek anlamda "din" diye adlandırılabilecek, birbirini takip eden üç öğretiden bahsedilebilir: BackhosçulukOrpheusçuluk ve PythagorasçılıkBertrand Russell Orpheus'un Backhos dininin, diğer bir deyişle Dionysosçuluğun reformu olduğunu söyler. Pythagoras ise Orpheusçuluğun bir reformcusudur. (Batı Felsefesi Tarihi, s. 121) Sözün özü bu üçü birbiri ile iç içedir.  Fakat Dionysos ve Orpheus'un Yunan kültüründeki derin etkisinden evvel Antik Yunan'da toprağı sürenlerin bolluk tanrıçası Demeter vardır. İnsanoğlu üzümden önce buğday yetiştirdiği için Demeter'in Dionysos'tan daha yaşlı olmamasına şaşırmamalı. Onun için oldukça gizemli bir tören düzenlenirdi.


Tarım döngüsünün öyküsü.


The Return of Persephone - Frederic Leighton 


Güzeller güzeli Persephone arkadaşları ile kırlarda çiçek toplarken toprak yarılır, kömür karası atların çektiği görkemli arabası ile Hades ortaya çıkar. Persephone'yi yeraltındaki ülkesine kaçırır. Kızının yokluğunu fark eden Demeter günlerce her yerde onu arar durur; tek bulabildiği elbisesinin kuşağı olur. O vakit kızının alıkonulduğunu anlar ve küser yeryüzüne. Tohumları yok eder, çoktan ekilmiş tohumlar da ekin vermez olur. Kıtlık ve ölümler baş gösterir, insanlık yok oluşun eşiğindedir. Nihayet insanları çok seven nehir tanrısı Alpheus suların içerisinden çıkar ve Persephone'nin Hades'te olduğunu söyler, insanlara karşı insaflı olması için yakarır. Demeter, Zeus'un karşısına çıkar bir hınçla: "Persephone'nin annesi bensem babası da sensin. Acı ona, kurtar kızını!" Zeus Persephone'nin yeryüzüne dönebilmesi için tek bir şartın varlığından söz eder: Ölüler ülkesindeki hiçbir yemişten tatmamış olmalıdır. Ancak genç kız Tartaros bahçelerinde gezerken bir nar tanesinin tadına bakmıştır işte, yaşam dünyasının bir parçası değildir artık. Zeus kızının anası, kederli kız kardeşi Demeter ile saygı duyduğu, inatçı erkek kardeşi Hades arasında arabulucu olmaya karar verir. Aksi takdirde insan soyu kuruyup gidecektir. Böylece iki tarafın da gönlünü alacak bir çözüm bulur. Persephone yılın altı ayını yeryüzünde, anasının yanında geçirir. İşte bu zamanlar kırsalı rengarenk çiçekler, tatlı mı tatlı yemişler kaplar. Ağaçlar yemyeşildir. Ne zaman Persephone Hades'in arabasına binip soğuk ve ölü yeraltına doğru yolculuğa çıkar; toprak çoraklaşır, verimsizdir artık. Kasvetli bir hava sarar her yanı. Ta ki Persephone yeniden yere ayak basıp her yerde güzel çiçekler açtırana dek. 

Not: Efsane Ovidius'un Dönüşümler adlı yapıtında bulunabilir. Beşinci Kitap, 385-570'ten derlenmiştir.


Ritüellerin verdiği ilhamla mı mitler ortaya çıkmıştır, mitlerin üzerine mi ritüeller doğmuştur bilinmez ama bununla ilgili çok ilginç bir hipotez mevcut. Campbell'in aktardığına göre Dr. Wolfgang Köhler'in The Mentality of Apes isimli kitabında kuzenlerimiz şempanzeler ile ilgili çok ilginç bir çalışma yayınlanmış.Şempanzelerin bazı nesnelere, örneğin parlak bir taş gibi, anlamsızca duygusal bağlılık gösterdiği ve nesneyi gittikleri her yere götürdükleri gözlemlenmiş. Daha da önemlisi iki şempanze bir çeşit dervişlik oyunu icat etmiş, bir direğin etrafında gelişigüzel dönerken zamanla hareketleri sistemli bir hal almış. Bir süre sonra diğer şempanzeler de onlara katılmış ve hep birlikte, ağır adımlar ritm tutarak dönmeye başlamışlar. 1916 boyunca bu oyun, şempanzeler arasında oldukça popüler olmuş.  (İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri, s. 354)  Köhler'in vardığı sonuç, şempanzelerin ilkel kabilelerin dansına bu kadar benzer hareketlerinin kendiliğinden oluşmasının çok ilginç olduğu. Campbell'ın 'kapılma' diye nitelendirdiği psikolojik bunalım, düşündüğünü düşünebilmek ile ortaya çıkmamış olabilir mi? Belki de mitler doğayı olduğu kadar bu içten gelen ritüelleri de anlamlandırma çabasıdır. Burada durup gerçekten 'özgür irade'yi sorgulamak da gerekiyor. 


"...Kendi seçimimiz olmayan pek çok davranışımızı kendi seçimimiz sanarak davranışımıza gerekçeler uydurma eğilimimiz pek çok başka araştırmayla da bulgulanmıştır. David Myers’in alıntıladığı araştırmada Sarah adlı hasta hipnotize edilmiş ve yere bir kitap düştüğünde ayakkabılarını çıkarması söylenmiştir. 15 dakika sonra yere bir kitap düşürülmüş, Sarah da hızla ayakkabılarını çıkarmaya yeltenmiştir. Araştırmacı Sarah’a neden ayakkabılarını çıkardığını sorduğunda yanıt şu olmuştur: “Ayaklarım sıcakladı ve ayakkabı sıktı... uzun bir gündü!...” (Çetin Balanuye, Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor, s. 65)


Bu konuyu daha sonra irdelenmek üzere rafa kaldırırsak, bu öyküden yola çıkarak yapılan ritüellerin Antik Yunan'ın alışılagelmiş imajına uygun olduğunu pek sanmıyorum. Esasında öykü, farklı mitolojilerde pek çok varyasyonu olan tarım döngüsünün popüler bir motifidir. Ortadan kaybolup yeraltına inen -ölen- ve daha sonra geri dönen tanrıça; Mezapotamya'da İnanna, Babil'de Ishtar. Fakat Yunan'ı diğer medeniyetlerden farklı kılan bir şeyler olmalıydı ki felsefe ile bilim orada başlasın. Nietzsche, Tragedya'nın Doğuşu adlı eserinde Antik Yunan'ı Dionysosçu ve Apolloncu olmak üzere iki kola ayırır. Bir sonraki bölüm tam da bununla ilgilidir fakat ön bilgi vermenin ne zararı var? Apollon'un Delphi tapınağının girişinde şöyle yazar: Gnothi seauton, kendini bil. Antik Yunan ölçü, biçim ve uyum üzerine kurulu bir anlayışa sahiptir. Dionysosçuluk ise bu anlayışa zıt düşecek şekilde coşkulu, içkin ve taşkındır. Bunu bilinç tarafından denetlenmek ile sadece idden ibaret davranmak arasındaki fark gibi düşünürsek yanlış olacağını sanmıyorum. Görünürde her şeyiyle Apolloncudur Yunan fakat Trakyalı şarap tanrısı halkın içindeki Dionysosçuluğu ortaya çıkarmayı başarmıştır. Demeter için düzenlenen hasat şenlikleri de görünürde sade ve ölçülüdür: Yeni buğdaydan pişirilen ilk ekmek koparılıp yenir ve Persephone'nin yeryüzüne geri dönüşünün onuruna şenlikler yapılır. Derinlerde ise, Eleusis Gizemleri adı verilen ve hakkında konuşmanın yasak olduğu bir kült vardır.


Eleusis Gizemleri.

Halk baharın gelişini kutlarken tapınakta yapılan asıl tören Atina yakınlarında küçük bir şehir olan Eleusis'te gerçekleşirdi. Miken döneminde başlayan, Edith Hamilton'un tabiriyle Büyük Tapmak, yalnız Yunanistan'da değil bütün Latin dünyasında saygı görüyordu. (Mitologya, sf. 33) Cicero, Atinalıların insanlığa verdiği armağanların en büyüğünün bu gizemler olduğunu söylemiş ve eklemişti: "Bu ritlerle yalnızca mutlu yaşamayı değil daha iyi bir umutla ölmeyi de öğrendik." Törene katılanlar sessizlik yemini ederlerdi. Bu gizlilik, çeşitli coğrafyalardaki gizemlerin genel bir ilkesidir. Küçük Gizemler yılda bir kez bahar ayında yapılırdı. Persephone'ye adanmıştı. Sızan bilgilere göre burada yaşam-ölüm çevrimi, reenkarnasyon ve bilgece yaşamak ile ilgili öğretiler veriliyordu. Büyük Gizemler ise beş yılda bir sonbaharda kutlanırdı ve Demeter çevresinde ruhu maddenin kirliliğinden temizlemek esas alınıyordu. Bir kimse Büyük Gizemler'e katılabilmek için kültün ileri düzey bir üyesi olmalıydı. Kültün içerisinde kadınlar ve çocuklar da bulunabiliyordu.


Öyle tahmin ediliyor ki Eleusis, mitosun ölümle ilgili kısmına yoğunlaşıyordu. İçerdiği alegori ilk bakışta mevsimlerin döngüsü gibi masum görülebilir ama yeterli bilgeliğe sahip bir ruh onun altında yatan karanlık gerçeği anlar. Çünkü gördük; Demeter ile Hades arasındaki çatışma esasında yaşamın ölüme faydasız direnişinden başka bir şey değildir. Ve yaşam tanrıçası aynı zamanda ölümün gücüne de sahiptir; bereketin simgesi, anaç ve şefkatli Demeter insanlığın sonunu getirecek kadar yıkıcı ve öldürücü de olabilir. Başka bir yönden ne ölüm yaşamı ne de yaşam ölümü yenebilir, Anaksimandros'un öne sürdüğü gibi tarafsız kozmik bir güç -aperion- zıtlıklar arasındaki dengeyi sağlar. Öyleyse ölümün mutlak zaferi de mümkün değildir -yeniden doğuş.


Tarım toplumları tohumun toprağa gömülüp -öldürülüp- dönüşüm geçirerek yeniden doğmasını -bitki olmasını- insanın yeniden doğuşuyla özdeşleştirir. Aslında arkaiklerin cesetleri cenin pozisyonunda gömdüklerini göz önüne alınca bu bize pek de ilginç gelmemeli. Bunlar zihnimizin en ilkel aşamalarında sahip olduğumuz motiflerdir. Kaldı ki toplumumuzda pek çok kişi yeniden doğumu içselleştirmemiş midir? Bir mitosta Mısırlı firavun Osiris'in bedeni doğranmış ve her parçası Mısır'ın farklı bir yerine, tıpkı tohum gibi gömülmüştü. Osiris yeniden doğduğunda bereketin ve ölümün tanrısı oldu. Hem hasattan hem de ölüler aleminden sorumluydu. Bu bağlamda yapılan gizli ayinler kültün üyelerinin kaçınılmaz ölümün yaşamın bir parçası olduğunu, nihai yenilgi anlamına gelmediğini anlatıyor olabilirdi. Kadın için erkek, gece için gündüz nasıl zorunlu ise doğum için de ölüm öylesine zorunludur. Persephone'nin yeniden doğması için önce ölmesi gerekir.  Bunun sonucunda ölüm korkusu kaybolur ve geriye yalnızca içkinlikle bütünleşilebilecek yaşam kalırdı.


Ve bir sonuç.


Bu gizemlerde her ne öğretiliyorduysa derinlerde bekleyeni uyandırmayı başarmıştı. Antik Yunan'ın mistik tarafı Dionysosçuluk ile iyice açığa çıkmış, Orpheusçuluk ile sağlam bir temel kazanmış ve Pythagoras ile geri dönülemez bir yola girmiştir. Tüm bu gizemlerin herkeste aynı etkiyi yaratabileceğini iddia etmek çok güçtür. Muhtemelen meraktan katılmaya çalışıp hazır olmadığı için geri çevrilenler ile yaşananları bütünüyle saçmalık olarak görenler vardı. Üzücü bir şekilde bazılarımızın dünyayı doğru şekilde algılayamadığını düşünüyorum; mitosların yüzeyde simgeledikleri ile yetinenler de onlardır herhalde. Pek azı alegorinin arkasındaki gerçeği anlamayı denemiştir. Oysa bir kez başarınca, gerisi gelir. Ve yürekten inanıyorum ki kendi bilinmeyen karanlık ormanımıza attığımız ilk adımın ardından orada karşılaşacağımız canavarlarla nasıl yüzleşeceğimizi anlayabilmek için, bugünün mitolojisiz dünyasında mitoloji bilmeye muhtacız. Temelde 30.000 yıl evvel yaşamış bir insandan pek de farklı aşamalardan geçmiyoruz. Tekliğin öyküsü mitolojide uzun bir süre aynı melodi ile dans edildi. Şimdi kendi figürlerimizi keşfetme zamanı.



BU ESERLERDEN FAYDALANDIM:


  1. Karen Armstrong. Mitlerin Kısa Tarihi. çev. Dilek Şendil. İstanbul: Merkez Kitapçılık Yayıncılık, 2005.
  2. Joseph Campbell & Bill Moyers. Mitolojinin Gücü. çev. Zeynep Yaman. Kapital Medya Hizmetleri A.Ş., 2007.
  3. Joseph Campbell. İlkel Mitoloji Tanrının Maskeleri. çev. Kudret Emiroğlu. İmge Kitabevi Yayınları, 1992.
  4. Edith Hamilton. Mitologya. çev. Ülkü Tamer. Varlık Yayınları. 2016.
  5. Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi İlkçağ. çev. Muammer Sencer. Say Yayınları.

Yorumlar

  1. Başarılı bir yazı olmuş, keyifle okuttu. Eline sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder